3. KÜÇÜK GRUPLAR SOSYOLOJİSİNİN ALANI
Geçen haftaki dersimizde sosyolojiyi ortaya çıkış koşulları içinde tanımlayarak sosyolojinin
konusu üzerinde durmuştuk. Dersin son bölümünde de toplumsala dair olanları nasıl
algılayabileceğimizi görmeye çalıştık. Sosyoloji alanına ilgi duyan kişiler olarak nasıl
sosyolojik düşünebiliriz, içinde yaşadığımız toplumda olup bitenleri nasıl sosyolojik olarak
anlamlandırabiliriz, konusu üzerinde durduk. Bu derste, bu konuyu biraz daha
somutlaştırabilmek için önce bugünkü sosyolojinin dalları diyebileceğimiz alanlar üzerinde
duracağız.
Kuşkusuz sosyolojide de diğer bilim dallarında olduğu gibi uzmanlaşma söz konusudur.
Ancak bu uzmanlaşma mühendislik ya da tip alanındaki uzmanlaşmalara benzemez. Örneğin
aşağıda ele alacağımız sosyolojinin çeşitli dallarıyla ilgili çalışan sosyologlar, dünyalarını
sadece bu alanlarla sınırlamamıştırlar çünkü sosyolojide ya da sosyal bilimler alanında daha
kapsamlı ve derinlikli değerlendirmeler yapabilmek için, bakış açımızın geniş olmasında
fayda vardır. Kaldı ki bizim alanımızda çok disiplinli çalışmalar hep önemli olmuştur. Burada
sosyolojinin dalları üzerinde durmamızın amacı, sosyolojinin konusunu ve küçük gruplar
sosyolojisinin alanını daha iyi kavramamız ve zihnimizde somutlaştırmamıza yapacağı
katkıdan dolayıdır. Sosyolojinin dalları hakkında bilgi verdikten sonra küçük gruplar
sosyolojisini hangi çerçevede ele alınabileceğini de görmüş olacağız.
3.1. Sosyolojinin Dalları
Her bilim gibi sosyolojinin gelişimi de yönteminin gelişmesine ve araştırma alanlarına giren
sorunların artışına paralel olarak çeşitli uzmanlık dallarına ayrışmasıyla sonuçlanmıştır.
Sosyolojinin çeşitli alanlarında uzmanlaşan araştırmacıların, toplumsal gerçekliğin bütününü
ve bütünün parçalarıyla karşılıklı ilişkisini sürekli göz önünde tutması zorunluluğu, bu
uzmanlaşmanın bir parçalanma görünümünü almasını engellemektedir. Her sosyolog belli bir
alanda uzmanlaşmadan önce sosyolojinin temel kavramlarını, yöntem ve tekniklerini,
kuramsal çerçevesini kavrar. Burada tanıtacağımız bazı uzmanlık alanlarını sosyolojinin genel
bilgi, yöntem ve yaklaşımlarının çeşitli alanlara uygulanması şeklinde değerlendirmemiz
gerekmektedir.
7 / 19
a) Eğitim Sosyolojisi
Eğitimi en geniş anlamda, kültürün kuşaklar arasında aktarılması olarak kabul edebiliriz. Bu
tanım aynı zamanda bireylerin tüm toplumsallaşma evrelerinin eğitim sosyolojisinin konusu
içine girdiğini de bize gösterir. Kültür ve toplumsallaşma konularının üzerinde ileride detaylı
olarak duracağız.
Bir toplumsal kurum olan eğitim de diğer toplumsal kurumlar gibi tarih boyunca
farklılaşmıştır. Hatta eğitim kurumunun zamanımızda çok özel ve uzmanlaşmış bir alan
olduğunu da söylemek mümkündür. Tarih boyunca en belirgin farklılaşma ekseni, işlevinin
daha çok aile içi ilişkilerle yürütüldüğü geleneksel toplumlarla, rekabet ve uzmanlaşmanın bir
gereği olarak modern toplumlardaki neredeyse tamamen aile dışı bir uzmanlık alanı olmasıdır.
Eğitimin bir başka toplumsal boyutu, çocukların başarı faktörünün neye bağlı olduğunun
incelenmesidir. Ailenin sosyo-ekonomik durumu ile okuldaki başarısı arasındaki ilişkiler
incelenmektedir. Toplumun demografik özelliklerine bağlı olarak eğitimin planlanması yine
eğitim sosyolojisinin alanıdır. Örneğin, genç nüfusun hangi yaş grubunda yoğunlaştığının
bilinmesi buna uygun okul ihtiyacının da planlanmasına imkân verir.
Son dönemlerde yaygın olarak karşımıza çıkan yaşam boyu eğitim, yeni uzmanlık alanları ve
eğitim kanalları da eğitim sosyolojisi için ilginç konular olabilir. Bu bağlamda şu anda bizim
de dâhil olduğumuz uzaktan eğitimi araştırmak ve hatta üniversitelerin yeniden tanımlanması
eğitim sosyolojisinin araştırma alanına girecektir.
b) Edebiyat Sosyolojisi
Edebiyatın toplumsal boyutunun anlaşılması XIX. yy.da olmuştur. Toplumsal roman bu
dönemin ürünüdür. Ancak edebiyat sosyolojisinin asıl gelişimi II. Dünya Savaşı sonrasında
gerçekleşmiştir.
Edebiyat sosyolojisi hem içinde oluştuğu toplumun bir yansımasıdır hem de o toplumu
oluşturan insanlar arasındaki etki yollarından biridir. Edebiyat sosyolojisinin araştırmaları
edebi olguların toplumsal çerçevesini, yazarların nitelik ve oluşumları yönünden edebi
üretimi, yazarların toplumsal özelliklerini, meslek olarak örgütlenmelerini, yayımcılığı,
8 / 19
edebiyat ürünlerinden yararlanmanın koşullarıyla etkenlerini, yazar-okur ilişkilerini,
edebiyatın toplumsal işlevlerini ve anlamlarını kapsar. Edebiyat ürününün topluma yaptığı
tanıklık ya da toplumu anlama konusunda araç olma durumu hakkında farklı tartışmalar
vardır.
c) Sanat Sosyolojisi
Sanat sosyolojisi, sanat ile o sanat eserlerini yaratan toplumlar arasındaki ilişkileri
incelemektedir. Toplumsal yapılar, bu yapıların değişimi ya da gelişimi sanatta da nasıl
benzer değişim ya da gelişimler yaratır? Sanat sosyolojisinin bakış açısından biri budur.
Ayrıca bir grup olarak sanatçıların toplumdaki rolünü açıklamaya çalışır. Son olarak sanatla
toplumsal yaşantı arasındaki ilişki ya da ilişkinin derecesini sanat sosyolojisi incelenmektedir,
diyebiliriz.
d) Hukuk Sosyolojisi
Hukuk, normatif bir bilimdir. Hukuk sosyolojisi ise hukuku toplumsal gerçeğin bir parçası
olarak ve öteki toplumsal olaylarla ilişkileri içinde incelemektedir. Hukuk sosyolojisi
toplumsal normların toplumsal gerçeklikle ilişkilerini araştıran sosyologlarla hukukçuların
ortak alanıdır.
Hukuk sosyolojisi, hukuku iki yönden ele alır: Somut toplum yaşamının bir ürünü olarak ve
bu gerçek toplum yaşamının bir düzenleyicisi olarak. Hukukla öteki toplumsal etmenler
arasındaki nedensellik ilişkisi şu durumlarda açıkça görülür: Aynı insan ilişkileri birbirinden
farklı toplumsal çevrelerde değişik hukuksal kalıplara sokulmuştur. Öte yandan, değişik
toplumların birbirlerinden iktibas(ödünç alma) yoluyla koydukları yasalar ayrı toplumlarda
değişik uygulamalar göstermektedir. Yasanın metni aynı kaldığına göre bu çeşitlenme ancak
toplumsal koşulların farklı oluşu ile açıklanmalıdır. Hukuk sosyolojisinin çerçevesi içine suç
sosyolojisini de ekleyebiliriz. Suç sosyolojisi açısından suç, hukukun ya da bireydeki yanlış
bir şeylerden kaynaklandığını söyleyen psikolojinin tanımlarının ötesinde, toplumsal
koşullara bağlı olarak açıklanmaktadır.
9 / 19
e) Din Sosyolojisi
Dini, toplumsal ilişkiler, değerler ve toplumsallaşma çerçevesinde açıklanabilecek toplumsal
ve kültürel bir olgu olarak ele alır. Bazı sosyologlar dinin temel işlevinin toplumsal
dayanışmayı güçlendirmek olduğunu savunurlar. Din, doğaüstü güçlere yönelen bir inanç
sistemi olarak insanların nasıl düşüneceklerini, yaptırıma dayalı bir davranış sistemi olarak da
nasıl davranacaklarını belirler. İnançlar, ibadet ve törenler sayesinde sürekli olarak diri ve
güçlü tutulur.
Dinlerin temeldeki süreklilik özelliğine karşın, gene de değiştikleri, farklılaştıkları
görülmektedir. Toplumsal-ekonomik kurumların gelişimiyle dinsel inançlar arasındaki ilişki
sosyolojik bir ilgidir. Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu” çalışması bu tür bir
incelemedir. Din kurumu, sosyolojinin ilk dönemlerinden beri ilgi alanında olmuştur. Bu
noktada Durkheim’in “Din Hayatinin İlksel Biçimleri” adli 1912 tarihli eseri de örnek olarak
verilebilir.
f) Siyaset Sosyolojisi
Siyaset sosyolojisi, siyasal olguları toplumlardaki etki ve tepkilerin sonucunda ortaya çıkan
gözlemlenebilir şeyler olarak ele alır. Siyasal kurumların doğuşu, oluşumu ve yayılması,
toplumlar arasındaki siyasal olguların benzerliği, siyasal olay kategorileri, siyasal eylem
biçimleri, ekonomik yapılarla siyasal rejimler arasındaki ilişkiler incelediği konulardan
bazılarıdır. Siyasal partiler, partilerin ve seçmenlerin toplumsal/ideolojik/dinî/sosyoekonomik
nitelikleri, baskı gruplarının toplumsal ve ekonomik özellikleri, siyasal davranış ve
oy verme, ideoloji, kamuoyu ve propaganda gibi konular da siyaset sosyolojisinin alanına
girmektedir.
g) İktisat Sosyolojisi
İktisat başlı başına bir disiplindir ve kendine özgü yöntem ve teknikleri vardır. Toplumsal
bilimler içinde en matematiksel olanı da iktisattır. Sosyolojik incelemede ise ekonomik
faktörler çok belirleyicidir. Örneğin toplumsal sınıflar, meslek grupları, köy ve kentsel
özellikler sosyolojik araştırmalarda göz önünde tutulmaktadır. Bu söz ettiklerimiz ayrı
sosyolojik alanlar olduğu gibi iktisat sosyolojisinin de alanını belirlemektedir.
10 / 19
h) Köy Sosyolojisi
Temel ekonomik uğraşın toprak olduğu köyler ve köylerdeki toplumsal yaşam, köy
sosyolojisinin alanı içine girmektedir. Doğal, ekonomik, demografik, morfolojik, çevresel
bağlamlarda köyü kentten ayıran özellikler ve bunların köy toplumsal yaşamına etkisi köy
sosyolojisinin konuları arasındadır. Bir yaşam ve yerleşme birimi olarak köyün ortaya çıkışı,
tiplere ayrılışı, yapısal özellikleri, etkileşim kalıpları, denetim mekanizmaları, toprakmülkiyet-
üretim-tüketim ilişkileri de bu alana girmektedir.
Ayrıca son dönemlerde dünyadaki kırsal-kentsel nüfus dengesinin köyler aleyhine bozulması,
tarım teknikleri üzerindeki tartışmalar, yeni/alternatif tarımsal organizasyonlar ve yaşam
tarzlarının ortaya çıkması gibi konular da köy sosyolojisinin çalışma alanları içinde
değerlendirilebilir.
i) Kent Sosyolojisi
Kentlerin ortaya çıkışını ve kenti belirleyen koşullar önemli olduğu gibi, hızlı kentleşmenin
XX. yy.ın en önemli toplumsal olaylarından biri olması da kent sosyolojisini konusunu
oluşturur. Kentleşme genel olarak yerleşme birimlerinin genişlemesi ve buralardaki nüfusun
kırsal yaşam birimlerine kıyaslanamayacak şekilde yoğunlaşmasını ifade eder. Aynı zamanda
nüfusun etkileşimi köylere göre değişmekte, yabancılaşmakta, ayrışmakta, karmaşık iş
bölümü ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte ikincil gruplar çeşitlenmiştir.
Kent sosyolojisinin aynı zamanda kent kültürünün tüm topluma yayılması ile de
ilgilenmektedir. Kırsal üretim aslında kentlerin beslenmesini sağlayarak önemli bir fonksiyon
yerine getirmeye devam ederken öte yandan köyler de üretimin piyasası, ticaret, mali ilişkiler,
hizmetler açısından kentlere yönelmekte ve geleneksel formunu değiştirmektedir. Kitle
iletişim araçlarının yayılması da kentsel tutumların, düşünüşlerin, alışkanlıkların kırsal
mekâna yansımasını hızlandırmıştır.
Kentler, karmaşık nüfus yapısı, yoksulluk, suç gibi soruları bünyesinde barındırmasıyla da
sosyolojik araştırmalar için önemli alanlardır. Ayrıca kent sosyolojisi, soyluluk ve kentsel
dönüşüm gibi son dönem gelişme ve araştırmaların da alanıdır.
11 / 19
j) İletişim Sosyolojisi
Kitle iletişiminin gelişmesiyle toplumsal etkinlik ve düzenlemelerin karmaşıklaşması,
toplumsal değişimin hızlanması, teknolojinin ilerleyişi, geleneksel iletişim biçimlerinin
değişmesi arasındaki karşılıklı ilişkiler sosyolojinin için çok dinamik ve yeni ilgi
odaklarından birisidir. Değişik tarihsel dönemlerde, gazetelerin kitle iletişimi üzerindeki
etkisinden başlayarak, radyo, televizyon etkin bir şekilde toplumsal değişimin hem nedeni
hem de sonucu olmuştur.1 İnternetin popüler kullanımının başlamasıyla birlikte ise sosyal
medya olarak adlandırılan yeni mecralar ve bunların toplum ve siyaset üzerindeki etkisi
iletişim sosyolojisinin yeni çalışma alanlarındandır.
k) Endüstri Sosyolojisi
Endüstri sosyolojisi, örgüt sosyolojisi, psikoloji, sosyal psikoloji, işletmecilik gibi çeşitli
alanların ortak noktasını kapsamaktadır. Klasik olarak endüstri sosyolojisi, endüstride
verimlilik artışının nasıl sağlanacağı sorunu üzerinde, grup ve çalışma gruplarının öneminin
ortaya çıktığı çalışmaların yapıldığı alanı temsil etmektedir. Bu nedenle de Küçük Gruplar
Sosyolojisi dersimizin temelleneceği sosyoloji dalıdır. Bu derste, grup konusundaki çeşitli
bilgilere yer vermekle birlikte, grup çalışmalarının temelde endüstri sosyolojisi eksenli
olduğunu göreceğiz. Bu konuyu ileride detaylı bir şekilde ele alacağımız için burada sadece
tanıtmakla yetineceğiz.
Sosyolojinin dallarının üzerinde durmamızın nedenlerinden biri de bu dalların kendilerine
sorun edindiği toplumsal gerçeklikleri de anlayabilmektir. Örneğin endüstri sosyolojisinin
konusu ile kent sosyolojisinin konusu arasında ölçek açısından fark olduğunu görebiliriz. Bu
konuyu son dönemde üzerinde çalışılan konuların yaygınlaştığı birkaç daldan daha söz ederek
bitirelim: Toplumsal cinsiyet, beden sosyolojisi, sağlık sosyolojisi, yemek sosyolojisi, günlük
hayatın sosyolojisi...
1 Mine Tan, Toplumbilime Giriş -Temel Kavramlar-, A.Ü. Eğitim Fakültesi Yayınları, Ankara, 1981; Barlas Tolan, Toplum
Bilimlerine Giriş, Adım Yayınları, Ankara, 1991; Doğan Ergun, 100 soruda Sosyoloji, K Kitaplığı, İstanbul, 2003; Anthony
Giddens, Sosyoloji, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2008.
12 / 19
3.2. Sosyolojinin Diğer Bilim Dalları İle Etkileşimi
Yukarıdaki açıklamalarımızın amacı daha önce de söylediğimiz gibi hem sosyolojinin
konusunu daha iyi kavrayabilmek hem de küçük gruplar konusunu sosyolojinin alanı içinde
nasıl anlamamız gerektiğine bir giriş yapabilmek içindi. Adından da anladığımız gibi bu alan
sosyolojinin makro yaklaşımlarının dışında küçük birimleri kendine konu edinmektedir.
Örneğin, ilk dönem sosyolojinin ilgilendiği ve genel geçer çözümler önerdiği konular daha
çok tarih, iktisat ya da siyaset ile etkileşim içindeyken, bizim alanımız grup ya da grup içinde
bireyi merkeze aldığı için bunlardan farklı disiplinlerle etkileşim içinde olacaktır.
Toplumsal gerçeğe yaklaşım kuşkusuz daha önce de değindiğimiz gibi bütünsel olmak
zorundadır. Sosyoloji de diğer sosyal bilimlerin kuram, kavram, yöntem, veri ve
bulgularından yararlanmaktadır. Sosyoloji, nasıl tarihe ya da iktisada ihtiyaç duyuyor ise grup
konu edildiğinde, grubun nitelikleri ya da toplumsal bütün içindeki yeri incelendiği zaman
“psikoloji” ve “sosyal psikoloji” ile sosyolojinin etkileşimini gündeme getirmek gerekecektir.
Ancak ilginç olan nokta, öncelikle sosyolojinin ortaya çıktığı dönemde psikoloji ile olan
uzlaşmazlığından başlayarak Amerikan sosyolojisinin psikolojiye yönelişine kadar
farklılaşmasıdır.
a) Psikoloji
Özellikle ilk dönem sosyolojisinin önemli bir temsilcisi olan Durkheim’da sosyolojist
denilebilen eğilimler belirgindi. Bireysel bilinçleri yalnızca toplumun yansıması olarak gören
bu yaklaşım açısından sosyoloji ve psikoloji uzlaşmaz alanlar olarak karşımıza çıkıyordu.
Psikolojiyi kısaca, insanın doğasının bilimi olarak tanımlayabiliriz çünkü psikoloji insanlarda
duyumsal, duygusal, davranışsal, bilişsel ve düşünsel olguları incelemektedir. Görme, tat
alma, işitme, koku, dokunma gibi duyumsal olgularla, bireyin çevresel uyaranlara tepkileri,
nihayet yürüme, emekleme, durma, koşma gibi davranış biçimleri bu tür olgulardan sayılır.
Psikoloji Leipzg’de ilk deneysel psikoloji laboratuarını kuran Wilhelm Wundt (1832-1920)
gibi araştırmacıların çalışmaları sonucunda, XIX. yüzyılın ikinci yarısında ayrı bir disiplin
13 / 19
olarak ortaya çıkmıştır. Akademik psikoloji genelde güçlü bir pozitivist yönelim içinde olmuş
ve yaygın olarak deneysel yönteme başvurmuştur.2
Psikoloji, bireyin öğrenme yeteneğini, belleğini, uyum, iş birliği ve anlamayı da araştırır.
Bireyin kişilik yapısıyla bu yapısının öğeleri ve kalıpları da psikolojinin konularındandır. Bu
son açıdan psikoloji, davranışı bireysel kişilikte örgütlendiği ve onun fizyolojisinin, ruhsal
mekanizmalarının ve kişisel deneyimlerinin hep birlikte belirlendiği biçimde görür.
Bunun tersine sosyoloji, davranışı belli bir toplumda örgütlendiği biçimde ve ona katılan
kişilerin sayısı, kültürü, nesnel durumu ve toplumsal örgütlenmesi gibi etmenlerle belirlendiği
anlamda ele alır.
Durkheim insanların birleşmesiyle, bireysel bilinçlerin basit bir toplamı olmayan kolektif bir
bilincin doğduğunu ve bireysel bilincin, insanın doğal psikolojik yapısından çok, toplum
içindeki karşılıklı etkileşimlerden kaynaklandığını öne sürüyordu. Aslında Durkheim bireysel
bir bilincin varlığını yadsımıyordu ama onu duyulara, bellek görüntülerine ve düşünsel
çağrışım yasalarına indirgiyordu. Hatta toplumsal tasavvurları sadece sosyolojik bir olgu
olarak düşünüyordu. Durkheim’cı sosyoloji, psikolojiye bıraktığı bağımsız alanı o kadar
daralttı ki “psikologlara rüyalarıyla birlikte uyuyan bir insandan başka bir konu bırakmamış
oluyordu.”3
Tabii ki psikoloji de sosyolojinin bu yaklaşımını reddediyordu. Ancak bireysel özellikleri
toplumsal belirleyicilerin göstergesi olarak gören Fromm gibi psikologlar da vardı.
Alman düşüncesine bakıldığında örneğin Marx’a göre “insan, gerçeği oluşturdukça kendisini
de oluşturur: doğayı ve dünyayı dönüştürdükçe kendisini de dönüştürür.” Ruhsal ile toplumsal
arasındaki ilişkilerin tarihsel bir boyutu vardır ve bu boyut, psikoloji ile sosyolojinin
yakınlaşmasını olanaklı kılar. Öte yandan H. Rickert ve kültürcü akım, hukuk, din bilim gibi
kültürel yapıtları toplumsal ruhun ürünleri olarak değerlendirirler.4
2 Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999, s:608.
3 Barlas Tolan, Toplumbilim, s:134. Durkheim sosyolojisini ileride “İntihar” adlı çalışması ile tekrar ele
alacağız.
4 Tolan, s:135.
14 / 19
Davranışçı psikoloji okuluna göre ise bireylerin davranışları, dış dünyadan ve toplumsal
çevreden gelen uyarmalara karşı gösterilen tepkilerden başka bir şey değildir. W. James gibi
davranışçıların yaklaşımı, Cooley ve G.H. Mead’in birey ve toplumu ikiz kardeşler olarak
kabul eden görüşlerini hazırlamıştır. Böylece sosyalleşme, rol ve statü, benliğin toplumsal
içeriği gibi konulara eğilen sosyal psikoloji doğmuştur.5
Somut bir psikoloji ve somut bir sosyoloji arasındaki bağlantı, Mauss ve Gurvitch’in öne
sürdüğü görüşlerle verimli sonuçlar doğurabilmiştir. Sosyoloji ve psikoloji farklı alanları
kapsarlar ancak toplumsal tasavvur ve eylemler gibi birlikte ilgilendikleri ortak konularda iş
birliğini tercih etmeleri gerekir. Örneğin psikolojinin bilinç ile ilgili çözümlemeleri
sosyolojiye, sosyolojinin de toplumsal ve kültürel simgelerle ilgili çözümlemeleri de
psikolojiye yarar sağlayacaktır.6
Sosyolojinin kesinlikle bireyden hareket etmesi gerektiğini düşünen Gabriel de Tarde,
toplumsal yaşantının yaratmalar ve taklitlerden meydana geldiğini düşünmektedir.7 Böyle bir
yaklaşımla psikoloji sosyolojiye somut katkılar sağlayamayacaktır. Oysa etkileşimin olması
için bilimler birbirlerinin gelişmelerine katkıda bulunmalıdırlar. Bazı psikologlar sosyoloji ile
etkileşimi, Gurvitch’in iki bilimin perspektiflerinin karşılıklılığı ilkesine göre ele alırlar.
Örneğin, genetik psikolojide çocuğun toplumsal bir varlık olarak kabul edilmesi ancak içinde
yaşadığı uygarlığın özgüllüğü içerisinde düşünülmesiyle bir anlam kazanır. Ya da kültürel
yapıtlar kullanılarak bütün psikolojik fonksiyonlar üzerinde çözümlemelere gidilebilir. Çünkü
insanlar eylemleriyle kurumları ve yapıtları yaratırlar. Bu yapıtlar ise insanların davranışları
üzerinde kurumsallaştırıcı etki yaparlar. Sosyoloji ve psikoloji, toplumsal gerçeğin işaretler ve
simgeler alanında karşılaşma ve bütünleşme olanağı bulabilir.8
Bireysel bilinç ile kolektif bilincin birlikte var olması, psikoloji ile sosyolojinin çeşitli
alanlarda fiili ilişkiler kurmalarını gerektirmektedir. Bu ilişki kolektif bilinçle gruplar,
bireysel bilinçlerle toplumsal yapılar arasındaki ilişkilerin oluştuğu tüm alanları kapsar.
Gurvitch’e göre burada perspektiflerin karşılıklılığı ya da aynı öğelerin paralel dışavurumları
arasındaki farklılaşmadan söz edilebilir. Bu açıdan bakıldığında sosyolojinin verisi olan üç
5 Tolan, s:135.
6 Tolan, s:137.
7 Ergun, s: 121.
8 Tolan, s:137.
15 / 19
toplumsal tip türünün her birine farklı bir psikoloji karşılık gelecektir. Başka bir deyişle bu iki
bilimin bütünleşmesi, mikro sosyolojik toplumsal olgular, gruplaşmalar ve bütünsel toplumlar
düzeyinde birbirlerinden farklı nitelikler gösterecektir. Sonuçta, toplumsal gerçeğin her
düzeyinde beliren psikolojik unsuru bütünüyle değerlendirmek için, onu daima toplumsal
varlık içinde ve onunla birlikte ele almak zorunlu olmaktadır.9
Sosyoloji ve psikoloji arasında perspektiflerin karşılıklı olması, somut toplumsal gerçek
düzeyinde yeni yöntemsel denemelere girişilmesini mümkün kılmaktadır. Örneğin belirgin
yapılarla örülmüş toplum, kurum veya örgütlerde, toplumsal unsur, ruhsal unsurdan daha
kolay gözlemlenebilmektedir. Bu gibi durumlarda yaklaşım ve yöntemin sosyolojik olması,
daha yararlı ve verimli olacaktır. Sürekli bir dönüşüm, yapısızlaşma ve yeniden yapılaşma
hâlinde olan toplumlarda ise ruhsala ulaşmak daha kolaydır. Çünkü toplumsal sürekli olarak
değişmektedir ve gelişmenin doğrultusu ile karşılaşılan engelleri ruhsal bize daha doğru
olarak gösterebilir. Kültür değişmeleri, kültürünü yitiren gruplarda toplumsal sistemlerin
çözülmesini, bireysel tutum ve davranışların kaosu yoluyla doğru bir biçimde
yansıtabilmektedir. Bu gibi durumlara psikolojik yaklaşılabilir.10
Psikoloji ve sosyoloji arasındaki alışveriş için somut örnekleri en kolay evrensel psikolojik
yargıların çürütülmesi ile ilgili konularda bulabiliriz. “İnsanın doğal yapısını bütün toplumsal
oluşumların ortak paydası olarak ele alacak genel ve soyut bir psikoloji kuramının geçersizliği
kanıtlamış”tır. Belirli bir uygarlık ve tarihsel kesit içinde geçerli ve anlamlı olacak bulguların
genelleştirilmemesi gerekmektedir. Bu konuyu en iyi kişilik testleri, zeka testleri ve
laboratuvar deneyleri açıklayabilir. Belli ölçümleri hedefleyen zekâ testleri ya da kişilik
testleri gibi şablonlar, onları geliştiren psikologların toplumsal ve kültürel ürünleridir. Bu gibi
şablonların genelgeçer kılınması çeşitli yanlışlara neden olacaktır. Çünkü toplumsal ve
kültürel içerikleri, bu içeriklere yabancı olanlar tarafından doğru anlaşılamayacağı için istenen
sonuçlar alınamayacaktır.
Bireyin çeşitli şekillerde kendi gelişmesini sınırlayan, engelleyen durumlarla karşılaştığı
zaman yaşadığı bilinçlenme süreci, bireyi çevreleyen somut toplumsal koşulları kapsayan bir
zihinsel oluşumdur. Bu zihinsel oluşum bireysel düzeyde belirginleşir. Örneğin grup bilinci
9 Tolan, s:137.
10 Tolan, s:139.
16 / 19
de benzer biçimde ortaya çıkar. Ayrıca bu bilinçlenme süreçlerinin yine sosyoloji ve
psikolojinin ortak konusu olan yabancılaşma ile de yakın ilişkisi vardır. Bireysel
gereksinmeler ile çevre koşulları arasında bir kopukluk bireyi kendi özüne yabancı kılar yani
yabancılaştırır. Bu durum ortaya çıkan yabancılaşma, toplumsal koşulları göz önünde
bulunduran sosyolojik ve psikolojik bakış açısıyla incelenmelidir. İlerideki haftalarda
yabancılaşma konusunun üzerinde duracağız.
Sosyoloji ve psikoloji arasındaki ilişkiyi ayrıca iş psikolojisi, endüstri sosyolojisi, işletmecilik
ve reklamcılık gibi alanlarda da görebiliyoruz. Böylece, endüstri sosyolojisi ve grup
çalışmaları ile daha belirgin bir şekilde ilgilenen sosyal psikoloji hakkında da kısa bir bilgi
verebiliriz.
b) Sosyal psikoloji
Sosyal psikoloji, psikoloji ile sosyoloji arasında hiyerarşik bir üstünlük arayan Avrupalı
sosyologlarla psikologların aksine, bu iki bilimi bütünleştirmeye yönelen Amerikalı bilim
adamlarının geliştirdiği bir bilim olarak tanınır.
Sosyal psikoloji gerçekte bireysel davranışlar üzerinde toplumsal-kültürel etkenlerin ağırlığını
ve toplumsal oluşumlarda psikolojik unsurların etkisini araştırmak üzere ortaya çıkmıştır.
Sosyal psikoloji, temel bilgi ve kavramlarını psikolojiden alırlar. Kurama ağırlık veren
sosyolojinin pek ilgilenmediği somut mikro-sosyolojik geçekleri ve gruplaşmaları incelemeye
yönelir. Psikolojiden alınan verilerin somut gerçekleri kavramada yetersiz hatta yanlış olması
nedeniyle çözümlemelerinde sosyolojinin kuram ve tanımlarından yararlanır.
Sosyoloji bireyler ve davranışları ile ayrı ayrı ilgilenmez; onları toplumsal birimler hâlinde bir
bütün olarak ele alır. Psikolojide ise temel birim, birey ve davranışlarıdır. Sosyal psikoloji,
bireysel davranışları, kültürel, grupsal, kişiler arası ve nihayet kişisel nitelikteki çok daha
somut koşullar içerisinde ele alır. Bu nedenle bireyi çevreleyen sistemi, bireylerin somut
toplumsal durumlarını ve kişiliklerinin toplumsal ve kültürel içeriğini göz önünde bulundurur.
Sosyal psikolojide aslında, sosyoloji ve psikoloji somut gerçekler düzeyinde birleşir. Ancak
bu sentez, davranışların toplumsal ve kültürel etkenlerce koşullandırılması düzeyinde
17 / 19
oluşmakta yani bireyde temellendirilmekte, dolayısıyla da sosyal psikolojinin yaklaşımı ister
istemez psikoloji içinde kalmaktadır.
Kuramsal ve kavramsal çerçevelerini psikoloji, sosyoloji ve hatta etnolojiden alan sosyal
psikoloji, ağırlıklı olarak saha araştırmalarına yönelmiştir. Sosyal psikoloji bireyin içinde
yaşadığı toplum ve kültürle olan ilişkilerini yani sosyalleşme ve sosyal öğrenme süreçlerini
inceler. Somut toplumsal ve kültürel koşullar çerçevesinde algılama, bellek gibi psikolojik
fonksiyonların davranışlarda nasıl belirginleştiğini inceler. Benlik, rol ve statü gibi kavramlar
ve bunların kültürel çeşitliliğinin yanı sıra kişilik ile ilgilenir. Küçük grupların oluşumu, grup
yaşantısı ile birey, kişiliğin biçimlenmesi, iletişim, grup içi etkileşim, kitle psikolojisi,
propaganda, kalabalık ve kitle olguları, söylentiler, moda, kitle haberleşmesi gibi konular
sosyal psikolojinin de ilgi odaklarındandır.
Sosyal psikolojinin ilgi alanının giderek genişlemesi nedeniyle psikoloji ve sosyolojiden
ayıran sınırların belirlenmesinde bazı güçlükler ortaya çıkmıştır. Psikolojik görüş açısından
sosyal psikoloji, bireyin toplumsal özelliklerinin ve çevresinin onun kişilik ve davranışını
nasıl etkilediğini vurgular. Sosyolojik görüş açısından ise sosyal psikoloji, kişinin psikolojik
özelliklerinin toplumsal süreci nasıl etkilediğini araştıran çalışmaları kapsar. Psikolojinin
bireysel, sosyolojinin de toplumsal birimlerden yola çıkmalarına karşılık sosyal psikolojinin
merkezinde toplumsal, somut koşullarla çevrelenmiş birey bulunmaktadır.
Sosyolojinin alanda kullanacağı teknikleri geliştirmesinde sosyal psikolojinin katkısı
olmuştur. Somut gerçekler üzerinde çalışılmak istendiğinde, sosyal psikolojinin bulgularına
başvurmak gerekmiştir. Sosyoloji saha araştırmalarında sosyal psikolojinin teknikleri olan
soru cetvelleri, anketçi eğitimi, anket, kodlama, mülakat, tutum ölçekleri, değerlendirme
teknikleri, kitle iletişimi analizi, içerik analizi gibi araştırma teknikleri veya araçlarını
kullanmaktadır. Dolayısıyla sosyal psikolojinin önemli katkısı bu düzeyde olmuştur.
Uygulamaya dönük bir bilim olan sosyal psikoloji ise araştırmaları için belirli bir çerçeve
çizebilmek ve kuramsal temellerini oluşturabilmek için sosyolojik anlayışa, sosyolojik
verilere başvurur.11
11 Barlas Tolan, s:140-142.
18 / 19
SONUÇ
Bu haftaki dersimizde sosyolojinin alt dallarından biri olan endüstri sosyolojisinin küçük
gruplar sosyolojisinin alanını ortaya koymakta başvuracağımız bir alt alan olduğunu ifade
ettik. Endüstri sosyolojisi temelde, endüstriyel üretimin yapıldığı fabrikalardaki verimlilik
sorunu üzerinde odaklanmıştır. Verimlilik artışının gerçekleştirilmesinde grup ve grup
içindeki bireyin tutumu önem taşımaktadır. Bu nedenle küçük gruplar sosyolojisi endüstri
sosyolojisi bağlamında anlaşılmalıdır. Ayrıca, grup konusunu anlayabilmek için başvurmamız
gereken bir başka konu sosyolojinin psikoloji ve sosyal psikoloji ile olan etkileşimidir. Bu
çerçevede, makro toplumsal gerçekliğin dışındaki sosyoloji alanına dair genel bir bakış açımız
oluşmuş bulunmaktadır.
19 / 19
ÇALIŞMA SORULARI
1. Sosyolojinin alt dalları hakkında bilgilerinizi gözden geçiriniz. Hangi dal ile küçük gruplar
sosyolojisi ilişkilendirilmektedir?
2. Sosyolojinin psikoloji ile nasıl bir etkileşimi olmuştur?
3. Sosyolojinin sosyal psikoloji ile nasıl bir etkileşimi söz konusudur?
16 Nisan 2014 Çarşamba
Küçük Gruplar Sosyolojisi Ders:7
7. TOPLUMSAL ETKİLEŞİM
Birey, üzerinde durduğumuz gibi, etki altında gelişmektedir. İnsanın gelişiminde kalıtım gibi
biyolojik faktörlerin etkisini bir yana bırakırsak, en genel ifadesiyle toplumun yani aile ve
grup ortamının karşılıklı etkileşimi çok önemli bir rol oynamaktadır.
Toplum ve birey arasındaki etkileşimin sağlanabilmesi yani bireylerin istek ve düşüncelerini
topluma ve diğerlerine iletebilmeleri, çeşitli iletişim araçları sayesinde mümkün olur.
Etkileşim ancak iletişim ile mümkündür. Kişiler arası iletişimde olduğu kadar, kitle
iletişiminde de temel iletişim aracı dildir.
Dil genel olarak, kabul edilmiş yapısal simgeler bütünüdür. Kültür her şeyden önce bireyler
arasında bir iletişimin var olmasını gerektirir. İletişim, kişiler veya gruplar arasında simgeler,
jest ve mimikler ve daha başka anlatım biçimleri aracılığıyla anlam değiş tokuşu demektir.
Toplumsal etkileşim, günlük yaşam boyutunda incelenebilir. Örneğin Ervin Goffman’ın uygar
kayıtsızlık olarak adlandırdığı şey, her bireyin öteki insanın farkında olmasını ancak çok
teklifsiz görünebilecek herhangi bir jestten kaçınmasını anlatır. Ona göre uygar kayıtsızlık,
bizim az çok otomatik olarak gerçekleştirdiğimiz bir şeydir; ancak etkin bir biçimde ve kimi
zaman yabancılar arasında korkmadan yürütülmesi gereken toplum yaşamının var olmasında
temel bir öneme sahiptir. Yabancılar ya da caddede, işte ya da herhangi bir toplantıda
tesadüfen karşılaştığımız kişiler hemen hemen hiçbir zaman bir başkasına böyle bakmaz.
Böyle yapmak, düşmanca bir niyetin göstergesi olarak alınabilir.1
Ancak biz bu derste toplumsal etkileşimi, etkileşimin temel unsuru olan dil, sözlü olmayan
iletişim ve kişiler arası iletişimin önemli bir boyutu olan statü ve rol kavramları ve kitle
iletişimi aracılığıyla inceleyeceğiz.
7.1. İletişimde Dil
Dil kuşkusuz iletişimin ve etkileşimin temel unsurudur. İnsanın ayrıyken anlamları olmayan
seslerden kurulmuş ve aslında bir kurala bağlı olmayan sözcüklerden, cümleler
1 Giddens, Anthony (2008). Sosyoloji. İstanbul: Kırmızı Yayınları, s:167.
7 / 24
düzenleyebilme becerisi, kimi zaman onu diğer türlerden ayırt eden özellik olarak
değerlendirilmiştir. Bütün toplumların eşit karmaşıklıktaki düşüncelerini ifade etmelerini
sağlayan dilleri vardır. Noam Chomsky’ye göre çocuklar, onları dillerin ne şekilde
düzenlendiğine hazırlayan doğuştan gelen, biyolojik bir programla doğarlar.
Dil, bütün iletişim ve etkileşim sürecinin hem başlangıcı hem de ürünüdür. Etkileşimi yaratır
ve kültürün oluşmasını mümkün kılar, toplumun kültürünü yansıtır. Diller örneğin, akrabalık
ilişkilerini, hayvanlar âlemini, renkleri, yiyecekleri ve doğal dünyayı içine alacak şekilde,
toplumların çevrelerini nasıl sınıflandırdıklarını ve değerlendirdiklerini gösterir.
Her toplumun, içindekiler ile dışındakiler arasındaki sınırı korumasına kısmen yarayan
kendine özgü bir sınıflandırma sistemi vardır. Bundan dolayı kullanılan dilin dilbilimsel
anlamı kadar kültürel anlamının da anlaşılması, yanlış anlamaları önlemekte temel önemdedir.
Kültürel olarak yapılandırılmış kavramlar ve düşüncelerin başka bir toplumun üyeleri
gözünde anlaşılabilir terimlere dönüştürülmesi uğraşı, kültürler arası çalışmaların başlıca
unsurudur.2
Dil aracılığıyla toplumların çevrelerini nasıl sınıflandırdıklarını birkaç örnekle açıklayalım:
Örneğin Eskimoların birçok kar sözcüğü kullandığı bilinmektedir. Denizcilikle uğraşan bir
topluluk hem rüzgârı tanır, hangi yönden estiğini bilir hem de bunu adlandırır. Modern bir
kent halkı ise hava durumu ile yanına şemsiye alıp almama boyutunda ilgilidir. Kentlinin
rüzgârları tanıması ancak denizcilik gibi bir hobisi olursa gerekli olur. Tarımla ya da
hayvancılıkla uğraşan bir toplum, yaşantılarına uygun olarak üretimini yaptıkları temel unsuru
tanımlamak için dillerinde birçok sözcük kullanmak zorunda kalacaklar, dilleri bu bağlamda
gelişecektir. Örneğin bulmacalarda karşımıza bitkilerle ilgili hiç duymadığımız sorular
çıkabilir. Bu kelimeler, tarımla uğraşanların hâlâ kullandıkları kelimeler olabileceği gibi, belki
de yüzyıllar önce herkesin bildiği bugün ise dilin hafızasında yerini koruyan kelimelerden
olabilirler. Türkçe gibi kimi dillerde aile ve akrabalık ilişkilerini tanımlayan çok sayıda
sözcük varken kimi dillerde bu ilişkileri anlatan sözcük sayısı son derece sınırlıdır hatta çeviri
yapmayı mümkün kılmamaktadır. Bu örnekler dil ile kültür arasındaki sıkı bağlantıyı da
anlatmaktadır.
2 Marshall, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat, s: 154.
8 / 24
Dilin gücünü örneğin, demokrasi gibi tek bir sözcüğün ya da bir cümlenin3 büyük ve farklı
grupları siyasal eylem için harekete geçirebildiği siyasal retorikte veya slogan üretiminde
görmek mümkündür. Ayrıca, argonun belli bir kendini ifade ediş tarzı olduğunu da söylemek
gerekir. Örnek olarak İngiltere’de özellikle işçi sınıfının ürettiği yoğun argolu dil ya da yine
İngiltere’de Hintli gençlerin rap yapış tarzları verilebilir.
Hiçbir toplumsal eylem, dikkatleri kişinin üzerine çekmekte dil ile yarışamaz. Kişi dil
aracılığıyla, varlığını çevresine adeta zorla kabul ettirir. Konuşmaya yön veren kurallar da
böylece anlam kazanmaktadır. Örneğin, ast durumundaki kişiye ilk konuşma hakkı verilmez.
Ya da gevezeler, çoğu kez güvensizlik duygusu nedeniyle varlıklarını başkalarına zorla kabul
ettirme çabasında olan kimseler olarak görülebilirler. Bu da dilin bir işlevine işaret
etmektedir. Fiziksel saldırının yasaklandığı yerde, dövüşme yerine sövme yararlı bir
dengeleme aracı olarak belirmektedir. Bu yönde dil, başkalarının gözünde kişisel değerlere
canlılık kazandırır. Bu açıdan argoya bakılabilir. Argonun konuşma kurallarına aşırı aykırı
olması, onun engellenmelerin sonucunda beliren saldırganlığı dengeleme aracı olduğunu
kanıtlamaktadır. Argonun özel bir anlam taşıyan niteliği, kapalı bir grubun varlığını
meşrulaştırmakta ve bireye, bu gruba ait olduğunu göstererek bir güven duygusu
vermektedir.4
İletişim sürecinde dilin kullanılması sırasında, kelimelerin birer simge, dil ise simgeler
bütünüdür. Konuşma sırasında jest ve mimikler de dilin tamamlayıcı simgesel unsurları olarak
ortaya çıkar. Dil fonetik simgelerden meydana geldiği gibi, yazı da grafik simgelerden
kuruludur. Dil vasıtasıyla toplum içinde yaşayan insanlar birbirleriyle gerekli iletişim için
zorunlu olan temel sistemi geliştirmiş ve kültürün, dolayısıyla toplumun devamlılığını
mümkün kılmış olacaklardır.
7.2. Sözlü Olmayan İletişim
Dil kullanılmadan ya da yazılı ifadelere dayanmayan veya dilin yanı sıra kullanılan iletişim
türleri dilsiz iletişim (ya da sözlü olmayan iletişim) olarak tanımlanmaktadır. Yüz jestleri ve
el işaretleri de başkalarına tek bir sözcük kullanmadan mesaj aktarabilir. Örneğin bazı
3 Amerikan toplumu için örneğin siyah hâlâ değer yüklü bir kelimedir.
4 Gordon Marshall, s: 154.
9 / 24
kültürlerde “V” işareti sözcüklerden çok daha fazla şey anlatabilir. Bu tür iletişim biçimlerinin
çoğunun kültürel bakımdan kendine özgü anlamları vardır.
İnsanlar, giyinme, süslenme vb. başkalarına birtakım anlamlar iletirler. Buna koşut olarak
birbirlerini anlamak için dış görünüşü daima bir araç olarak kullanırlar. Örneğin, herhangi bir
kişinin bilmediği bir semtte adres sorması sırasında vereceği karar rastlantısal olmaz.
Dış görünüşün dışında, jestler de kişinin iletmek istediği ifadeyi pekiştiren bir rol oynar.
Vücut ve yüz hareketleriyle kuşku, onay, kayıtsızlık ya da coşku gibi düşünce ve duyguları
belirten simgesel jestler kültürden kültüre değişmektedir. Örneğin, Amerikalılar ve
Avrupalılar hayır anlamında başlarını iki yana sallarken Türkler bu cevabı başlarını aşağıdan
yukarıya kaldırarak yapmaktadırlar.
Sözsüz iletişim mekânın kullanılması aracılığıyla da yapılır. Mekânın korunması isteği en çok
“yurtseverlik” ya da “sıla hasreti” kavramlarla açıklanabilir. Ancak bunun dışında bireylerin
davranışlarını etkileyecek şekilde bir mesaja da dönüşebilmektedir. İnsanın var olan mekânını
koruma isteği vardır. Bu istek bir ölçüye kadar, kanaatlerini, düşüncelerini, yargılarını da
etkileyebilmektedir. Mekân kullanımı yoluyla bazı mesajlar iletmenin en açık örneklerinden
biri “yükseklik” aracılığıyla iletilen mesajdır. Üstün durumda olan kişi yüksekte oturur.
Kralların önünde eğilme, el etek öpme... gibi davranışlar, üstünlüğü benimsemenin ifade
biçimleridir.
Kişiler arası iletişimde dilden sonra en anlamlı öğe yüz ifadesi ya da kısaca “mimik”tir.
Mimiğin etkileşimdeki ilk işlevi bireyleri uyarmaktır. Bir konuşma sırasında, aynı zamanda
dinleyicilerde gerekli dürtü ve uyarımı sağlayan ve etkileşime yön veren etken konuşmacıların
yüz ifadeleridir. Konuşmakta olan kişinin niyet ve dilekleri, kullandığı kelimeler kadar yüz
ifadelerinden de anlaşılır. Ayrıca, karşısındakinin bakışına gözünü kırpmadan karşılık
verebilme yeteneği, bir saldırganlık belirtisi olduğu kadar, bir kimsenin iradesine egemen
olmada bir araç olarak kullanılabilir. Satıcılar genellikle müşterilerinin kaşlarının arasını
hedef alarak konuşmaya çalışırlar. Her dil ve anlatım sisteminde olduğu gibi, bir mimiğin
anlamı, bu mimiğin kullanıldığı toplumdaki anlam ve anlatım sisteminin bütününe bağlıdır.5
5 Tolan, Barlas (1991). Toplumbilimlerine Giriş. Ankara: Adım Yayıncılık, s:405
10 / 24
7.3. Rol ve Statü
Toplumsal düzenlemeler içinde yaşamını sürdürmek zorunda olan birey, çok çeşitli gruplar
içinde bulunur. Bireyin kendi istekleri doğrultusunda vereceği kararlar grup içindeki yerini,
durumunu ve konumunu oluştururken, toplumsal yaşamın birçok yönü de bireyi bazı görevleri
yerine getirmeye zorlar. Birey kendisini toplumsal konumu aracılığıyla tanımlar.
Statü bireyin bir grup içindeki yerini ve derecesini belirler. Rol ise belirli statülere sahip
bireylerden istenen ve beklenen davranışlardır. Statü ve rol arasındaki ilişki, hem toplumsal
olarak belirlenmiş değerlerin bir yansıması olmakta hem de yeteneklerinin ve belki de
isteklerinin elverdiği ölçüde bireylerden beklenilen davranışlardan kaynaklanmaktadır.
Örneğin çocuklar yetişkinlere göre daha aşağı bir statüye sahiptirler; bu yüzden de onların
bazı yükümlülükleri yerine getirmeleri daha esnek beklentiler içinde düşünülür.
Bireylerin kendilerini tanımladıkları konumları mutlak değil, göreli, karşılıklı, tamamlayıcı
bir nitelik taşır ve bu şekilde anlamlanır. Yani, öğretmen-öğrenci, doktor-hasta gibi birbirini
bütünleyen karşılıklı konumlardan ya da mevkilerden söz etmek daha doğrudur. Buradaki
karşıt ikililerde görülen her mevki, ayrıca birçok ikiliden oluşan bir bütün içinde yer alır.
Ayrıca, aynı kişi, yalnızca farklı kişilere göreli olarak farklı mevkilerde değil, yine birbirlerine
göre de farklı mevkilerde bulunabilir. Veli-öğretmen konumunda bulunan iki kişi bir başka
durumda doktor-hasta konumunda bulunabilir. Ancak bu iki kişi, her durumda, davranışları
düzenleyen karşılıklı mevkileri iyi bilirler ve o andaki rollerine uygun olarak
karşılarındakinden belirli davranışları beklerler.
Parsons’a göre doktor-hasta ikilisi incelendiğinde, hastanın mevkii dört öğeyle açıklanabilir.
Bunlar, sorumsuz olma, koşulsuz yardım görme hakkı, iyileşmeyi arzulama ve
iyileşebilmek için doktorla iş birliği yapma zorunluluğu olarak belirlenebilir. Buna
karşılık, doktorun konumu, kurumlaşmış bir teknik yetki içeren hekimlik rolünün
evrensel niteliği, mesleki uzmanlık, duygusal ilgisizlik, çıkar gütmeme olarak saptanabilir.
Bu öğeler birbirleriyle doğal olarak bütünleşerek birbirlerinin varlığına gerekçe oluştururlar.
Bu örnekten hareket edilirse, doktorun tıp tekniği alanındaki yetkisi hastanın bu konuda
bilgisiz olmasından ve doktora güvenmek zorunluluğundan ileri gelmektedir.
11 / 24
Bir kişinin başkalarıyla açık bir formel rekabette ya da pazar rekabetinde sağladığı kişisel
başarıların sonucunda ulaştığı toplumsal konumu gösteren bir başka terim ise ulaşılan statü
terimidir. Örneğin bir üniversite profesörü, doktor ya da otomobil teknisyeninin konumu,
genellikle rekabete dayalı sınavlar sonucunda iş yaşamına başarılı bir giriş yapılarak
kazanılmıştır. Ulaşılan statüye karşılık bir kişinin ya doğumla ya da aile kökenine bağlı olarak
sahip olduğu toplumsal konumları gösteren ve kişisel başarılara göre değişmeyen atfedilen
statüden söz edilebilir. Örneğin, ırk, etnik köken ya da cinsiyet temelinde statü
atfedilmesinden söz edilebilir. Tabi ki atfedilen statü ile ulaşılan statü arasındaki ayrım mutlak
değildir.6
7.4. Kamuoyu
Etkileşimin toplumsal bir boyutu olan kitle iletişiminin çok önemli bir boyutunu kamuoyu
vasıtasıyla anlayabiliriz. Her toplum yönetenlerle yönetilenler arasındaki bir ilişkiler
düzenidir. Karar ve yönetmekle görevli siyasal kurum, yönetilenlerin uygulanan politika ve
yönetim biçimi hakkında ne düşündüklerini bilmek ister. Bu durum, halk iradesi ve çoğunluk
kararı ilkesine dayanan Batı tipi demokrasilerde olduğu gibi iktidarın zor yoluyla geçirildiği
ya da iktidar grubu dışındaki yönetici grupların yönetime geçme, siyasal mekanizmayı
yürütme olanaklarının kısıtlı olduğu toplumlarda da bir gerçektir.
O hâlde siyasal iktidarı elinde bulunduran grup ile bu grubun yönettiği kişiler arasında her
zaman ve her yerde bir etkileşme vardır. Kamuoyu, bu ilişki ve etkileşme sürecinde ortaya
çıkar. Kamuoyu bir siyasal katılma ve denetleme türüdür ve siyasal kararı etkileme olasılığına
sahip girdilerden biridir. Böylece kamuoyu, hükümet dışı özel çevrelerden hükümete doğru
yönelen ve hükümetçe göz önünde bulundurulması doğru bulunan kanaatlerdir; şeklinde
tanımlanabilir.
Türkçe’de kullandığımız şekliyle kamuoyu kavramı, kamu ve oy unsurlarından oluşmaktadır.
Kamu, belli bir sorunla karşılaşmış, bu sorun etrafında toplanmış bireylerden oluşan bir
gruptur. Grup içindeki kişiler sorunun çözümü hakkında çeşitli görüşlere sahiptirler ve soruna
bir çözüm yolu bulmak için birbirleriyle tartışmaya girişirler. Bu grubun üyeleri arasında
doğrudan ilişki zorunlu değildir. Kamu, yönetici grubun girişeceği eylemlerin doğuracağı
6 Tolan, s: 408-409.
12 / 24
sonuçların farkında olan ya da oldurulan bireyler kümesidir. Bazı eylemler, bu eylemlere
doğrudan katılmayan diğer kimseler için çeşitli sonuçlar doğurur; kamu bu sonuçları algılayan
diğer kimselerdir. Kamu üyeleri, sonuçları elverişli veya elverişsiz bulabilirler. Fakat
sonuçların algılanması, algılayanları, elverişli sonuçların gerçekleşmesi elverişli olmayanların
ise gerçekleşmemesi için karar-vericinin hareketini denetlemeye yöneltir. Kamu belli bir
durum ya da soruna özgü olarak oluşmakla birlikte nadir durumlarda yetişkin nüfusun tümünü
kendi etrafında toplar.
Kavramın ikinci unsuru olan oy, kanaat anlamını taşır. Oy, duygu veya izlenimlerden daha
kuvvetli, kanıtlanması daha kolay fakat tam olarak kanıtlanamayan kanaatlerdir. Kanaat, en
basit biçimde, bir sorun veya öneri hakkındaki tavırların ifadesidir. Kanaatler ilgili grubun
genel olarak doğru kabul ettiği değil, tartışmalı konular hakkındaki anlatımlarıdır. O hâlde
kamuoyu, kamu yaşantısı ile ilgili olan tartışmalı bir sorun karşısında bu sorunla ilgilenen
kişiler grubunun veya gruplarının taşıdıkları kanaatlerin anlatımlarıdır. Bu anlatımlar hem
çoğunluk hem de azınlık kanaatlerini içine almaktadır.
Herhangi bir konuda kamuoyu oluşabilmesi iletişim kanallarıyla doğrudan bağlantılıdır. Bir
sosyal süreç olarak kamuoyunu iletişim ve haber alma yöntemleri belirlemektedir. Bunlar
kişisel araçlar, kolektif araçlar, teknik araçlar şeklinde üç ana başlık altında
incelenmektedir. Kişisel araçları, yüz yüze temaslar, kanaatlerin oluşmasında etkin liderler
ve siyasal liderler; kolektif araçları, örgütlenmiş grup tartışmaları ve baskı grupları; teknik
araçları ise basın, radyo, televizyon, film (sinema), kitap, afiş, sergi ve internet
oluşturmaktadır.
a) Kişisel Araçlar: Kişisel araçların unsurlarından olan yüz yüze temaslar, belirli bir
mekânda, küçük gruplar hâlinde beliren kamuoyunu oluşturan etkenlerin en önemlisi bireysel,
kişisel temaslardır. Bu ilişkilerde kullanılan lisanın, açığa vurulan jestlerle başvurulan
sembolik anlatımların (alaylı bakışlar, sıkılmış yumruklar) yani vücut dilinin önemi büyüktür.
Küçük gruplarda fikir ve kanaatlerin değişmesinde ya da oluşmasında dedikodu ve söylenti
başlıca araçlardır. Kanaatlerin oluşmasında etkin liderler (kanaat liderleri) gazete, radyo,
televizyon gibi kitle haberleşme araçlarından, aynen ya da değiştirilmiş şekilde edindiği
bilgiyi, bu konuya ilgisiz davranan kimselere aktarmakta ve böylece bu kişilerin söz konusu
görüşlere sahip olmalarına neden olmaktadır. Siyasal liderler, kamuoyunda toplanan çeşitli
kanaat ve dileklerin oluşmalarında en önemli role sahiptirler. Siyasal lider halkın dileklerini
13 / 24
daha belirgin bir anlatıma kavuşturarak kamuoyunun doğrultusunu belirlemektedir. Gerçek
lider de aslında halkın sapmak istediği yolda ilerleyen öncülerdir. Liderler belli görüşlere
sahip kişilerdir. Lider herhangi bir durumu benimsiyorsa, onu yeni bir ifade ile destekler; eğer
karşı görüşte ise bu durumdan şikâyetçi olanların iş birliğini sağlar ve olumsuz kanının
yayılmasına önderlik eder.
b) Kolektif Araçlar: Kolektif araçları oluşturan örgütlenmiş grup tartışmaları, demokratik
zihniyetin toplumun her tabakasına nüfuz etmesini ve vatandaşların kamusal yararını
ilgilendiren meseleler hakkında uyanık olmalarını sağlarlar. Bu konuya verilebilecek bir
örnek, Danimarka’da XIX. yy.da kurulan köy okullarının düzenledikleri mitinglerdir. Bu
okullara yetişkinler devam etmiş ve köylerini ilgilendiren sorunları tartışmalı grup
toplantılarında karara bağlamışlardır. Bu konuya verilebilecek bir başka örnek ise yuvarlak
masa toplantıları olabilir. Karşılıklı bir fikir alışverişi sonunda ortaya çıkan kamuoyu için
örgütlenmiş grup tartışmaları önemli bir unsuru oluşturmaktadır. Baskı grupları ise belli bir
konuda kendi çıkarlarına uygun kamuoyu yaratmak üzere etkin olan araçlardan bir başkasıdır.
c) Teknik Araçlar: Kamuoyunu belirleyen teknik araçları, basın, radyo, televizyon, film
(sinema), kitap, afiş, sergi ve internet alt başlıları altında incelemek mümkün olacaktır.
Basın ya da daha dar anlamıyla gazeteler, yakın ve uzak geçmişin ya da günün haber ve
olaylarının verilmesinde, ülkenin ana davaları üzerine halkın dikkatinin toplanmasında önemli
bir rol oynarlar. Demokratik ve kapitalist toplumlarda gazeteler, günün haberlerini toplayan,
fikirlerin yayılması alanında kurulmuş bir tekel, özgürlüğün belli başlı kalesi olarak bilinir.
Daha da önemlisi basının “dördüncü kuvvet” olduğundan sıklıkla söz edilmekte olmasıdır. Bu
konuya açıklama getirmek için şu anekdot anlatılır: 1660 yılında Lord Falkland İngiliz Avam
Kamarasına hitap ederken “Uzun zamandan beri hep üç kuvvetten bahsediyoruz. Oysa -
parmağı ile üst galeride oturan gazetecileri işaret ederek- hepsinden daha önemli olan
dördüncü kuvvet orada yer almaktadır.” der.
Basının gücü konusunda verilen en klasik örnek “Watergate Skandalı”dır. Olay 17 Haziran
1972 günü meydana gelmiştir. Washington’da Watergate binasında, Demokrat Partinin
Ofisine giren beş kişi binanın güvenlik görevlileri tarafından yakalanırlar. “Washington Post”
gazetesinin iki muhabiri, bu kişilerin siyasi sırları çalmak üzere görevlendirildiklerini ve
görevlendirenlerin arasında Başkan Richard Nixon’ın kendisinin ve yakın adamlarının da
14 / 24
bulunduğunu ortaya çıkarır. Genişleyen soruşturmalar sonunda Nixon istifa etmek zorunda
kalır.
Zamanımızda kitle iletişimi sağlayan çok sayıda başka kaynak olmasına rağmen gazetelerin
hâlâ etkin araçlar olduğunu ifade etmemiz gerekmektedir.
Radyo, özellikle I. Dünya Savaşı sonrası dönemde etkin bir haber alma ve propaganda
aracı olarak gelişmiştir. Radyonun etkilediği kitlenin okur-yazar olmak zorunda olmaması, bu
aracın gazeteye göre üstünlüğünü ortaya koymaktadır. Radyo teknolojik olarak zaman içinde
bir dönüşüm göstermiş, giderek küçülen, taşınabilir bir duruma gelen radyonun her mekânda
ve her zaman dinlenebilme imkânı yaratılmıştır.
Radyonun kitleler üzerindeki etkisini gösteren en klasik örnek Orson Welles’in “Dünyalar
Savaşı” adlı eserinin radyo piyesi olarak CBS’ de sunumudur. Radyonun sanat, piyesler, canlı
müzikler... ile altın çağını yaşadığı 1938 yılında, 30 Ekim günü söz konusu eser haber
bültenine benzetilerek Marslıların Dünyayı işgal etmekte oldukları duyurulduğunda insanlar
sokaklara dökülmüş ve büyük bir panik yaşanmıştır.
Bu dönemlerde, özellikle ABD’de yapılan çalışmalar seçim sıralarında radyonun kamuoyu
oluşumunda üstün bir rol oynamakta olduğunu göstermiştir. Hitler’in propaganda aracı olarak
anılır hâle gelmesinden sonra radyo, 68 Mayıs olayları sırada da önemini korumuş,
yayınlanan röportajların kitleler üzerindeki etkinliği saptanmıştır.
Televizyon, tüm dünyada olup biten olayları evin içine, seyircinin ayağına getiren
televizyon kuşkusuz kamuoyunu oluşturmada çok güçlü bir etkinliğe sahiptir. Televizyonun
bireyler üzerindeki etkinliğini saptayabilmek için cihaz karşısında geçirilen zaman önemli bir
gösterge olarak alınabilir. Yapılan çalışmalar TV karşısında tüm dünyada çok uzun süreler
geçirildiğini göstermektedir.
Film (Sinema), 1917 devriminden ve I. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’da ortaya
çıkan ve 1930’larda etkin olan totaliter rejimler sinemayı siyasal ve ekonomik propagandanın
önemli bir aracı olarak kullanmışlardır. Alman Milli Eğitim Bakanlarından Ruse “Nasyonal
Sosyalist Devlet, ideolojisini film yoluyla yayma kararındadır.” der. Lenin ise “Sinema,
Sovyet Rusya’sının en büyük kültürel silahı olmalıdır.” demektedir. Stalin’e göre ise “film
15 / 24
kitleleri örgütlendirme ve çalışan sınıfları sosyalizm zihniyetine göre yetiştirme gayelerini
gerçekleştirme yolunda, etkin, kudretli bir yardımcıdır.” Konuyu açıklamak için verilebilecek
bir başka örnek ise Alman propaganda bakanı Geobbels’in Eistenstein’ın 1925 yılında yaptığı
“Potemkin Zırhlısı” adlı filmini seyrettikten sonra çevresinde bulunan film yapımcılarına “İşte
beyler, sizden devlet, böylesine filmler yapmanızı istemektedir.” demesidir.
Böylece filmin kamuoyunun oluşum aracı olarak rolü ve önemi artmıştır. Film duygu ve
bilinçaltı âlemine seslenerek etkisini gösterir. Bu şekilde insanların tavırlarını tayin ile
yetinmeyip değer yargılarının kökleşmesine de yardım eder.
Kitap, özellikle XX. yüzyılın başında kitabın kamuoyunun oluşumunda çok önemli
etkinliği olmuştur. Kamuoyunu etkileyen kitaplar iki gruba ayrılmaktadır. Birinci gruptakiler,
içerdikleri fikirler ve telkinler dolayısıyla doğrudan doğruya geniş kitlelere hitap eden
eserlerdir. İkinci grupta incelenen kitaplar ise belirtilmek istenen savı, bir roman konusu
şeklinde dolaylı şekilde kitlelere hitap eden eserlerdir.
Birinci gruba dâhil edilen eserler arasında Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi”, Marx’ın
“Kapital”, Atatürk’ün “Nutuk”, Hitler’in “Kavgam”... adlı eserleri sayılmaktadır. İkinci gruba
girebilecek yapıtlara kölelik üzerine yazılmış ve çok etki yaratmış olan “Kökler”, Victor
Hugo’nun “Sefiller”, Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre”... örnek oluşturmaktadır.
Afiş ve Sergi, kamuoyunun oluşumunda kitle haberleşme araçları kadar olmasa da
fotoğraflar, afişler, grafikler de etkili olabilmektedir. İkincil nitelikte de olsa bu gibi
araçlardan da zaman zaman etkili sonuçlar alınabilmektedir. Bu konuda verilebilecek en
açıklayıcı örnek 1950 seçimleri sırasında Demokrat Parti tarafından Selçuk Milar’a
hazırlatılan, havaya kalkmış bir el ve “Yeter, Söz Milletindir!” sloganından oluşan afişin
seçim kampanyasında ve sonuçlarında oynadığı etkili roldür.
İnternet, beklenmedik bir hızla kullanıcıya ulaşan internetin, her ne kadar gazete, radyo,
televizyon kadar yaygın bir iletişim aracı olmasa da toplum üzerinde belirli bir etkinlik
kazanmaya başladığı açıkça görülmektedir. Henüz gazete, radyo, televizyon, sinema kadar
yaygın bir iletişim aracı olmamakla birlikte tümünü bünyesinde toplayan bir niteliğe sahiptir.
Her geçen gün internetin kamuoyunu oluşturmaktaki gücü daha çok ortaya çıkmaktadır.
16 / 24
7.5. Propaganda
Toplumsal etkileşim bağlamında ele alacağımız son konu propaganda olacaktır. Literatürde
kamuoyu konusu üzerine bir okuma yapıldığı zaman karşımıza şöyle bir görüntü çıkıyor:
Kamuoyu ya doğal olarak meydana gelir ya da yapay olarak imal edilir. Her ne kadar bu iki
yol arasındaki ayrımı tanımlamak tartışmalı da olsa propaganda, en kestirme şekilde
kamuoyunun “ikna” ve “telkin” yöntemleri kullanılarak yapay olarak oluşturulmasını
adlandıran kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Konu ile ilgili akademik çalışmalara
bakıldığı zaman, özellikle yüzyılın başlarıyla II. Dünya Savaşı arasındaki yıllarda gerek geniş
kitleler üzerinde gerekse toplumların yönlendirilmesinde iletişim araçlarının son derece etkili
olduğunun kabul edildiği görülmektedir. I. Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında
propagandanın güçlü etkilerine olan inanca bağlı olarak 1920’li yıllarda yayınlanan çok
sayıda kitap büyük güçlerin propaganda kampanyalarını anlatmaktadır.
Propaganda konusu özellikle II. Dünya Savaşı ve soğuk savaş dönemi koşullarında önemini
korumuştur. Özellikle Hitler döneminde Goebbels propaganda konusunda çok başarılı
olmuştur. Goebbels geniş kitleleri yönlendirmede propaganda yöntemlerini bir silah gibi
kullanmıştır. Aynı dönemde Stalin egemenliği ve Sovyet yayılmasında da propagandanın yeri
vardır. Dolayısıyla totaliter rejimler ile propaganda birlikte anılır duruma gelmiştir.
Giderek bu bağlamda iletişim araçlarının doğru kullanılıp kullanılmadığı anlaşılmak
istenmiştir. Bu doğrultuda ampirik araştırmalar başlar. Özellikle 1930’lu yıllardan sonra
gelişen ampirik araştırmalarla öncelikle askerî kuruluşların, siyasi partilerin ve eğitimcilerin
ilgilendikleri görülmüştür. Hatta daha da özele indirgenerek bu alandaki çalışmaların
temelinde öncelikle askerî/siyasi kaygıların bulunduğu söylenebilir. Askerî/siyasi kaygılarla
biçimlenen çalışmalar daha sonra ticari çerçevede yaygınlaşmıştır. Bu alandaki çalışmalara
öncülük yapan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki deneysel çalışmaların Ordu Enformasyon
ve Eğitim Bölümü Araştırma Birimi’nde hız kazandığı görülmektedir.
Bir fikri yayarak ona yandaş toplama tekniği olarak tanımlanabilen propagandanın iki
kaynaktan beslendiği ortaya çıkmaktadır: Reklam ve Siyasi/askerî Hedefler.
a) Reklam: Propaganda ve reklam arasında uzun zaman süren bir yardımlaşmadan söz
edilmekte hatta evrimlerinin paralel olduğu ifade edilmektedir. Propaganda daha çok reklamın
17 / 24
buluşlarından ve başarılarından yararlanır, halkın hoşuna gideceğini umduğu bir deyişi kopya
eder. Tekniklerin ilerlemesiyle reklam artık inandırmaktan çok sarsmaya, açıklamaktan çok
esinlemeye çalışmaktadır.
Reklam artık, fizyoloji, psikoloji hatta psikanaliz alanındaki araştırmalardan da
yararlanmaktadır. Reklamın sonuçları denetlenebilmekte ve etkenliği kanıtlanabilmektedir. İlk
hareket noktası insanın edilgen olduğudur. İnsan belirli bir saplantı derecesinden, belirli
çekim süreçlerinden güç sıyrılmaktadır. Kişiyi bu ürüne, şu ya da bu markaya yöneltmek
mümkündür. Hatta bu durumun bile ötesinde, herhangi bir ürüne karşı bir gereksinme
yaratmak bile olanaklıdır. Propagandacı için bu bulgu çok hareket noktasıdır. İnsan
etkilenebilir bir varlık olduğuna göre ona kendi görüşleri sayacağı görüşleri esinlemek, hatta
“fikirlerini değiştirmek” mümkündür. Ticari alanda mümkün olan politik alanda da
gerçekleştirilebilir.
Propagandanın reklamla ortaklığı üzerine verilen en çarpıcı örnek özellikle ABD’deki seçim
kampanyalarının reklam kampanyalarından pek de farklı olmayışıdır. Siyasetin bir ürün gibi
reklam şirketleri tarafından pazarlanan bir unsur durumuna gelmesi Türkiye için de söz
konusudur. İlk siyasi reklamcılık 1977 genel seçimleri sırasında Adalet Partisi için hazırlanan
kampanyadır. 1980 sonrasında hızı artan bu durum 1990 sonrasında iyice güç kazanmıştır.
1991 erken genel seçimlerinde bütün kitle partileri reklam şirketleri ile çalışmışlardır.
Günümüzde artık siyaset ve reklamcılık arasında kaçınılmaz bir ilişki vardır.
b) Siyasi/Askerî Hedefler: Kavramın tarihçesine baktığımız zaman, Alsace’ta 1793 yılında
“Propaganda” adıyla kurulan birlikle devrimci fikirlerin yayılmaya çalışıldığını ve bundan
sonra kavramın bu şekilde Fransız diline yerleştiğini görüyoruz. Propaganda savaşa o kadar
bağlanmıştır ki rahatlıkla onun yerini alabilir duruma gelmiştir. 1939’dan önce “sinir
savaşını” 1947’den sonra ise “soğuk savaşı” beslemiştir.
Mucitleri olmasalar da propaganda, Hitler ve Goebbels aracılığıyla bugünkü biçimine
ulaşmıştır. Leninci propaganda ile Hitlerci propaganda arasında çok büyük farklar vardır.
Leninci anlayışa göre, propagandanın benimsediği amaçlar, taktik amaçlar olmakla birlikte
gerçekten benimsenmiş birer amaçtır. Örneğin, Lenin’in ortaya attığı sloganlardan biri
“Toprak ve Barış”tır. Bu slogan gerçekten de bir amacı hedeflemektedir yani gerçekten toprak
18 / 24
paylaştırmak ve barış imzalamak söz konusudur. Lenin’in parolaları sonuçta akla uygun bir
temele dayanır.
Hitler’in kitleler konusundaki düşüncesi şöyledir: “Halkın büyük çoğunluğu o derece kadınsı
bir eğilim, bir ruh durumu içinde ki kanılarına ve eylemlerine salt düşünceden çok, duyuları
üzerinde meydana getirilen izlenimler yön veriyor.” Nazi propagandasının Alman halkı
üzerindeki başarı nedeni işte bu noktadan hareket etmektedir: İmge açıklamadan, kabaca
duyulabilir olan rasyonel olandan üstündür. Bu noktada propaganda, reklam tekniklerinin
siyasete uygulanmasıyla başlayıp, daha sonra başlı başına ayrı bir uzmanlık türü hâline
gelmiştir, demek mümkündür.
Propaganda ulusal çerçevede olduğu kadar, uluslararası boyutlar içinde de kamuoyunu kontrol
altında tutmak için girişilen sistemli bir çaba olmaya devam etmiştir. Propaganda, bir bireyin
veya grubun, başka bireylerin veya grupların tutumlarını belirleyip biçimlendirmek, kontrol
altına almak veya değiştirmek için, haberleşme araçlarından yararlanarak ve bu bireylerin
veya grupların belirli bir durum veya konudaki tepkilerinin kendi amaçlarına uygun tepkiler
şeklinde olacağını umarak giriştikleri bilinçli bir faaliyettir.
Burada bilinçli girişim en önemli noktayı oluşturmaktadır. Herhangi bir eylemin propaganda
sayılabilmesi için, böyle bir eylemin, tutumlar üzerinde kontrol kurarak belirli eylemlere yol
açmayı bilinçli olarak hedef edinmiş bir kampanyanın içeriği arasında yer almış olması
gerekir. Bu bakımdan herhangi bir sözün, kitabın, afişin, dedikodunun, geçit töreninin,
serginin, heykel veya abidenin, bilimsel bir buluşun veya istatistik dökümün, bunlar doğru ya
da asılsız, rasyonel ya da irrasyonel de olsa, tutumlar üzerinde kontrol ve böylelikle bu
tutumları değiştirmek isteyen birinin izlediği bilinçli bir eylem siyasetinin gereği olarak ortaya
konmuş veya oluşturulmuş bulundukları saptanabildikten sonra, bütün bunların propaganda
aracı veya materyali oldukları ispat edilmiş demektir.
Propaganda, ikinci olarak başka grupların tutumları üzerinde kontrol kurmak veya bunları
değiştirmek veya biçimlendirmek için yapılan bir girişimdir. Kamuoyu üzerinde kontrol
kurmak için girişilen eylemlerde temel varsayım, belirli durumlar karşısında bireylerin ne gibi
tepkilerde bulunacaklarını belirleyen tutumların dış etkilerin tesirinde olduğu; bu etkilerin ise
kısmen kontrol altına alınabileceğidir. Propagandacılar bilinçli olarak bu dış etkenleri kontrol
altına almaya çalışırlar.
19 / 24
Propaganda, üçüncü olarak tek tek bireylerden çok grupları kendisine hedef alır. Sonuçta
propagandacının hedefi sadece tutum değişikliği yaratmak değil; sonunda eylem alanında bir
“eylem” olarak görülecek tutum değişikliği yaratmaktır.
Adı propaganda ile birlikte anılan Goebbels “Propaganda yapmak, her yerde, hatta tramvayda
bile fikirlerden söz etmektir. Propaganda, çeşitleriyle de durumlara uymadaki esnekliğiyle de
etkileriyle de sınırsızdır.” demektedir. Gerçek propagandacı, düşüncesinin ve dinleyicilerinin
yapısına göre, çeşitli yollara başvurur ama her şeyden önce, kendi kişisel inancını
geçirebilmesiyle konuşmasının nitelikleriyle etkiler.
Kişisel propaganda, basit konuşma, bildiri ve gazete dağıtımı ya da daha düzenli bir biçimde
kapı kapı dolaşarak gerçekleştirilir. “Basılmış yazı” da bir propaganda yöntemidir ve kitap
temel araç olarak ortaya çıkmaktadır. Yergi yazısı özellikle XIX. yüzyılda propagandanın
seçkin silahı olmuştur. Gazete de önemli bir araç olarak ortaya çıkmaktadır. Bir slogan ya da
simgeye indirilme imkânı olan afiş ve bildiriler kısa ve sarsıcı oldukları takdirde önemli bir
propaganda tekniği olabilir.
Propagandanın sözlü olarak kullandığı tekniklerin başında daha önce de üzerinde durulduğu
gibi radyo gelmektedir. Büyük toplantılarda, özellikle seçim kampanyalarında kullanılan
hoparlörler de bir propaganda aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Propaganda ayrıca resim
üst başlığında toplanabilecek, fotoğraf, karikatür, simge, önder resimlerinden de yararlanır.
Kitle gösterilerini cenaze törenlerini bile kapsar; Fransız devriminde büyük rol oynayan
tiyatro burada sayılabilecek unsurlardan arasında yer almaktadır. Tiyatro, Bolşevik devrimi
sırasında değişik seyircilere, askerlere, köylülere göre düzenlenmiş; işçilerin ve devrimci
köylülerin üstünlüklerini gösterme aracı olarak kullanılmıştır.
Propagandanın belirli işleyiş kuralları vardır. Propaganda bütün alanlarda ilk önce yalınlığı
sağlamayı hedefler. Propagandacının elindeki manifestolar, bildiriler, öğretici yapıtlar...
genellikle birtakım önermeleri kısa ve açık bir metinde dile getirir. Örneğin Fransız devrimi,
hâlâ yaşayan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”ni ortaya koymuştur. Bu tarzdaki metinler,
yoğun, açık, kısa ve ahenkli cümlelerden kurulu ve kolayca akılda tutulabilecek niteliktedir.
Hatta bir öğreti bir simgeyle de özetlenebilir. Örneğin, belli tarihsel dönemlerde kitleler
üzerinde çok büyük etkileri olan gamalı haç ya da orak çekiç akla gelebilir.
20 / 24
Propagandanın bir başka kuralı büyütme ve bozmadır. Haberlerin büyütülmesi, kendi işlerine
gelen bütün haberlere aşırı önem veren bütün partici basınların sürekli olarak başvurdukları
bir gazetecilik yöntemidir. Bir bütünden alınmış parçaların ustalıkla kullanılması da sık sık
başvurulan bir yoldur. Büyütme ve şişirme Hitlerci propagandanın değişmez aracıdır.
“Kavgam”da şöyle yazar: “Her türlü propaganda, düşünce düzeyini seslendiği kişilerin en
kalın kafalısının anlama yeteneğine göre ayarlamalıdır. Düşünce düzeyi ne kadar aşağı olursa,
ikna edeceği insan kitlesi o kadar geniş olur.”
İyi bir propagandanın bir başka koşulu tekrarlamadır. Goebbels dalgacı bir üslupla “Katolik
kilisesi iki bin yıldır hep aynı şeyleri tekrarladığı için ayakta duruyor. Nasyonal-sosyalist
devlet de tıpkı onun gibi davranmalıdır.” demektedir. Ancak tekrar kuru kuruya bir tekrar
olmamalıdır ve ana tema bir yandan inatla sürdürülürken diğer yandan değişik görünüşler
altında sunulmalıdır. Bu ilke “Kavgam”da şu şekilde yer almaktadır: “Propaganda az sayıda
fikirle sınırlanmalı ve bunları bıkıp usanmadan tekrarlanmalıdır. Kitle en basit fikirleri bile
ancak bunlar kendisine yüzlerce kere tekrarlandıktan sonra hatırlar. Yapılan değişiklikler,
yayılması istenen öğretinin temeline hiçbir zaman dokunmamalı, yalnızca biçimde kalmalıdır.
Parola değişik görünüşler altında sunulmalı, ama her zaman, değişmez bir kalıp hâlinde
yoğunlaştırılmış olarak belirmelidir.”
Propagandanın kullandığı ilkelerden bir başkası aşılama kuralıdır. Genel kural olarak
propaganda daha önceden var olan bir temel üzerinde çalışır. Bir kalabalığın karşısında
konuşulurken onun zıttına gidilemeyeceği, onunla aynı fikirde olduğunu bildirmekle onu
kendi düşüncelerine yöneltmeden önce onun yönünde yer almakla başlamak gerektiği her halk
konuşmacısının bildiği bir ilkedir. Lider politikacı, öncelikle halkın başta gelen duygularına
sığınır, daha sonra sunulan program çeşitli çağrışımlar yoluyla halkta kendini gösteren tutuma
bağlanır. Halkların ruhunda bilinçli ya da bilinçsiz bulunan çeşitli duygular bazı ulusların
birbirlerine yönelik sevgisizlikleri propagandacı için kullanılacak bir malzemedir.
Propagandacının kullanacağı başka bir kural ise birlik kuralıdır. Topluluğun bireysel görüş
üzerinde bir baskısı vardır. Bir birey, bir topluluk (din, parti...) üyesi olarak ya da kendi adına
konuşmasına göre, çok samimi olarak aynı konu hakkında birbiriyle çelişen iki görüş ileri
sürebilir. Kişinin kafasında birbirine karşıt kanıtlar kalabilmesinin ancak bu kişinin bağlı
bulunduğu değişik toplulukların baskısının sonucunda ortaya çıktığı açıktır. Çoğu kişiler,
21 / 24
genel düşünceye karşı bir fikir geliştirmek istemezler. O hâlde genel kanıların çoğu birer
töreye uyma davranışıdır. Bu nedenle, propaganda bu birliği güçlendirmeye hatta yapay
olarak yaratmaya çalışacaktır. “... Halkı ya da siz ... lılar” diye başlayan cümleler bunu
açıklamaktadır.
Bu haftaki dersimizi kitle iletişimini anlamımıza yarayan kamuoyu oluşturma ve propaganda
hakkındaki bilgilerle tamamladık. Bireyin nasıl toplumsallaştığını da böylece daha somut bir
şekilde görmüş olduk. Bu dersle birlikte birey ve toplum üst başlığında ele aldığımız konuları
tamamlamış olduk. Bundan sonraki derslerimizde daha çok grupların üzerinde duracağız.
Buraya kadar anlattığımız derslerde de zaman zaman gruplardan söz etmemiz kaçınılmazdı.
Örneğin bu derste baskı gruplarına değindik ama toplumdan söz ederken kesin sınırlarla
konuları ayırmanın mümkün olmayacağı çok açıktır. Bu nedenle bu derse dek zaman zaman
grupları gündeme getirmiş olsak da gruplar bundan sonraki derslerimizin odağında olacaktır.
22 / 24
SONUÇ
Bu derste önce dil üzerinde durduk. Dili toplumsal-kültürel açıdan değerlendirdik. Daha
sonra sözsüz iletişim ve statü-rol aracılığıyla bireylerin birbirilerine dair kanaatlerini nasıl
aktardıklarının üzerinde durduk. Son olarak etkileşimin önemli bir boyutu olan kitle
iletişimini, kamuoyu ve propagandayı ele aldık. Bütün bunları bireyin toplumla nasıl ilişki
kurduğunu ve nasıl toplumsallaştığını, nasıl toplumsallaşmış birey hâline geldiğini
görebilmek için ele aldık. Böylece birey ve toplum başlığında işlediğimiz dersleri değişik
açılardan değerlendirerek tamamlamış olduk.
23 / 24
ÇALIŞMA SORULARI
1. Dil sosyolojik anlamda nasıl değerlendirilmelidir?
2. Toplumsal etkileşim boyutunda kamuoyunu açıklayınız.
3. Propaganda nasıl tanımlanabilir? Kamuoyundan hangi açılardan farklılaşmaktadır?
24 / 24
KAYNAKÇA
GIDDENS, Anthony (2008). Sosyoloji. İstanbul: Kırmızı Yayınları.
MARSHALL, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat.
TOLAN, Barlas (1991). Toplumbilimlerine Giriş. Ankara: Adım Yayıncılık.
Birey, üzerinde durduğumuz gibi, etki altında gelişmektedir. İnsanın gelişiminde kalıtım gibi
biyolojik faktörlerin etkisini bir yana bırakırsak, en genel ifadesiyle toplumun yani aile ve
grup ortamının karşılıklı etkileşimi çok önemli bir rol oynamaktadır.
Toplum ve birey arasındaki etkileşimin sağlanabilmesi yani bireylerin istek ve düşüncelerini
topluma ve diğerlerine iletebilmeleri, çeşitli iletişim araçları sayesinde mümkün olur.
Etkileşim ancak iletişim ile mümkündür. Kişiler arası iletişimde olduğu kadar, kitle
iletişiminde de temel iletişim aracı dildir.
Dil genel olarak, kabul edilmiş yapısal simgeler bütünüdür. Kültür her şeyden önce bireyler
arasında bir iletişimin var olmasını gerektirir. İletişim, kişiler veya gruplar arasında simgeler,
jest ve mimikler ve daha başka anlatım biçimleri aracılığıyla anlam değiş tokuşu demektir.
Toplumsal etkileşim, günlük yaşam boyutunda incelenebilir. Örneğin Ervin Goffman’ın uygar
kayıtsızlık olarak adlandırdığı şey, her bireyin öteki insanın farkında olmasını ancak çok
teklifsiz görünebilecek herhangi bir jestten kaçınmasını anlatır. Ona göre uygar kayıtsızlık,
bizim az çok otomatik olarak gerçekleştirdiğimiz bir şeydir; ancak etkin bir biçimde ve kimi
zaman yabancılar arasında korkmadan yürütülmesi gereken toplum yaşamının var olmasında
temel bir öneme sahiptir. Yabancılar ya da caddede, işte ya da herhangi bir toplantıda
tesadüfen karşılaştığımız kişiler hemen hemen hiçbir zaman bir başkasına böyle bakmaz.
Böyle yapmak, düşmanca bir niyetin göstergesi olarak alınabilir.1
Ancak biz bu derste toplumsal etkileşimi, etkileşimin temel unsuru olan dil, sözlü olmayan
iletişim ve kişiler arası iletişimin önemli bir boyutu olan statü ve rol kavramları ve kitle
iletişimi aracılığıyla inceleyeceğiz.
7.1. İletişimde Dil
Dil kuşkusuz iletişimin ve etkileşimin temel unsurudur. İnsanın ayrıyken anlamları olmayan
seslerden kurulmuş ve aslında bir kurala bağlı olmayan sözcüklerden, cümleler
1 Giddens, Anthony (2008). Sosyoloji. İstanbul: Kırmızı Yayınları, s:167.
7 / 24
düzenleyebilme becerisi, kimi zaman onu diğer türlerden ayırt eden özellik olarak
değerlendirilmiştir. Bütün toplumların eşit karmaşıklıktaki düşüncelerini ifade etmelerini
sağlayan dilleri vardır. Noam Chomsky’ye göre çocuklar, onları dillerin ne şekilde
düzenlendiğine hazırlayan doğuştan gelen, biyolojik bir programla doğarlar.
Dil, bütün iletişim ve etkileşim sürecinin hem başlangıcı hem de ürünüdür. Etkileşimi yaratır
ve kültürün oluşmasını mümkün kılar, toplumun kültürünü yansıtır. Diller örneğin, akrabalık
ilişkilerini, hayvanlar âlemini, renkleri, yiyecekleri ve doğal dünyayı içine alacak şekilde,
toplumların çevrelerini nasıl sınıflandırdıklarını ve değerlendirdiklerini gösterir.
Her toplumun, içindekiler ile dışındakiler arasındaki sınırı korumasına kısmen yarayan
kendine özgü bir sınıflandırma sistemi vardır. Bundan dolayı kullanılan dilin dilbilimsel
anlamı kadar kültürel anlamının da anlaşılması, yanlış anlamaları önlemekte temel önemdedir.
Kültürel olarak yapılandırılmış kavramlar ve düşüncelerin başka bir toplumun üyeleri
gözünde anlaşılabilir terimlere dönüştürülmesi uğraşı, kültürler arası çalışmaların başlıca
unsurudur.2
Dil aracılığıyla toplumların çevrelerini nasıl sınıflandırdıklarını birkaç örnekle açıklayalım:
Örneğin Eskimoların birçok kar sözcüğü kullandığı bilinmektedir. Denizcilikle uğraşan bir
topluluk hem rüzgârı tanır, hangi yönden estiğini bilir hem de bunu adlandırır. Modern bir
kent halkı ise hava durumu ile yanına şemsiye alıp almama boyutunda ilgilidir. Kentlinin
rüzgârları tanıması ancak denizcilik gibi bir hobisi olursa gerekli olur. Tarımla ya da
hayvancılıkla uğraşan bir toplum, yaşantılarına uygun olarak üretimini yaptıkları temel unsuru
tanımlamak için dillerinde birçok sözcük kullanmak zorunda kalacaklar, dilleri bu bağlamda
gelişecektir. Örneğin bulmacalarda karşımıza bitkilerle ilgili hiç duymadığımız sorular
çıkabilir. Bu kelimeler, tarımla uğraşanların hâlâ kullandıkları kelimeler olabileceği gibi, belki
de yüzyıllar önce herkesin bildiği bugün ise dilin hafızasında yerini koruyan kelimelerden
olabilirler. Türkçe gibi kimi dillerde aile ve akrabalık ilişkilerini tanımlayan çok sayıda
sözcük varken kimi dillerde bu ilişkileri anlatan sözcük sayısı son derece sınırlıdır hatta çeviri
yapmayı mümkün kılmamaktadır. Bu örnekler dil ile kültür arasındaki sıkı bağlantıyı da
anlatmaktadır.
2 Marshall, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat, s: 154.
8 / 24
Dilin gücünü örneğin, demokrasi gibi tek bir sözcüğün ya da bir cümlenin3 büyük ve farklı
grupları siyasal eylem için harekete geçirebildiği siyasal retorikte veya slogan üretiminde
görmek mümkündür. Ayrıca, argonun belli bir kendini ifade ediş tarzı olduğunu da söylemek
gerekir. Örnek olarak İngiltere’de özellikle işçi sınıfının ürettiği yoğun argolu dil ya da yine
İngiltere’de Hintli gençlerin rap yapış tarzları verilebilir.
Hiçbir toplumsal eylem, dikkatleri kişinin üzerine çekmekte dil ile yarışamaz. Kişi dil
aracılığıyla, varlığını çevresine adeta zorla kabul ettirir. Konuşmaya yön veren kurallar da
böylece anlam kazanmaktadır. Örneğin, ast durumundaki kişiye ilk konuşma hakkı verilmez.
Ya da gevezeler, çoğu kez güvensizlik duygusu nedeniyle varlıklarını başkalarına zorla kabul
ettirme çabasında olan kimseler olarak görülebilirler. Bu da dilin bir işlevine işaret
etmektedir. Fiziksel saldırının yasaklandığı yerde, dövüşme yerine sövme yararlı bir
dengeleme aracı olarak belirmektedir. Bu yönde dil, başkalarının gözünde kişisel değerlere
canlılık kazandırır. Bu açıdan argoya bakılabilir. Argonun konuşma kurallarına aşırı aykırı
olması, onun engellenmelerin sonucunda beliren saldırganlığı dengeleme aracı olduğunu
kanıtlamaktadır. Argonun özel bir anlam taşıyan niteliği, kapalı bir grubun varlığını
meşrulaştırmakta ve bireye, bu gruba ait olduğunu göstererek bir güven duygusu
vermektedir.4
İletişim sürecinde dilin kullanılması sırasında, kelimelerin birer simge, dil ise simgeler
bütünüdür. Konuşma sırasında jest ve mimikler de dilin tamamlayıcı simgesel unsurları olarak
ortaya çıkar. Dil fonetik simgelerden meydana geldiği gibi, yazı da grafik simgelerden
kuruludur. Dil vasıtasıyla toplum içinde yaşayan insanlar birbirleriyle gerekli iletişim için
zorunlu olan temel sistemi geliştirmiş ve kültürün, dolayısıyla toplumun devamlılığını
mümkün kılmış olacaklardır.
7.2. Sözlü Olmayan İletişim
Dil kullanılmadan ya da yazılı ifadelere dayanmayan veya dilin yanı sıra kullanılan iletişim
türleri dilsiz iletişim (ya da sözlü olmayan iletişim) olarak tanımlanmaktadır. Yüz jestleri ve
el işaretleri de başkalarına tek bir sözcük kullanmadan mesaj aktarabilir. Örneğin bazı
3 Amerikan toplumu için örneğin siyah hâlâ değer yüklü bir kelimedir.
4 Gordon Marshall, s: 154.
9 / 24
kültürlerde “V” işareti sözcüklerden çok daha fazla şey anlatabilir. Bu tür iletişim biçimlerinin
çoğunun kültürel bakımdan kendine özgü anlamları vardır.
İnsanlar, giyinme, süslenme vb. başkalarına birtakım anlamlar iletirler. Buna koşut olarak
birbirlerini anlamak için dış görünüşü daima bir araç olarak kullanırlar. Örneğin, herhangi bir
kişinin bilmediği bir semtte adres sorması sırasında vereceği karar rastlantısal olmaz.
Dış görünüşün dışında, jestler de kişinin iletmek istediği ifadeyi pekiştiren bir rol oynar.
Vücut ve yüz hareketleriyle kuşku, onay, kayıtsızlık ya da coşku gibi düşünce ve duyguları
belirten simgesel jestler kültürden kültüre değişmektedir. Örneğin, Amerikalılar ve
Avrupalılar hayır anlamında başlarını iki yana sallarken Türkler bu cevabı başlarını aşağıdan
yukarıya kaldırarak yapmaktadırlar.
Sözsüz iletişim mekânın kullanılması aracılığıyla da yapılır. Mekânın korunması isteği en çok
“yurtseverlik” ya da “sıla hasreti” kavramlarla açıklanabilir. Ancak bunun dışında bireylerin
davranışlarını etkileyecek şekilde bir mesaja da dönüşebilmektedir. İnsanın var olan mekânını
koruma isteği vardır. Bu istek bir ölçüye kadar, kanaatlerini, düşüncelerini, yargılarını da
etkileyebilmektedir. Mekân kullanımı yoluyla bazı mesajlar iletmenin en açık örneklerinden
biri “yükseklik” aracılığıyla iletilen mesajdır. Üstün durumda olan kişi yüksekte oturur.
Kralların önünde eğilme, el etek öpme... gibi davranışlar, üstünlüğü benimsemenin ifade
biçimleridir.
Kişiler arası iletişimde dilden sonra en anlamlı öğe yüz ifadesi ya da kısaca “mimik”tir.
Mimiğin etkileşimdeki ilk işlevi bireyleri uyarmaktır. Bir konuşma sırasında, aynı zamanda
dinleyicilerde gerekli dürtü ve uyarımı sağlayan ve etkileşime yön veren etken konuşmacıların
yüz ifadeleridir. Konuşmakta olan kişinin niyet ve dilekleri, kullandığı kelimeler kadar yüz
ifadelerinden de anlaşılır. Ayrıca, karşısındakinin bakışına gözünü kırpmadan karşılık
verebilme yeteneği, bir saldırganlık belirtisi olduğu kadar, bir kimsenin iradesine egemen
olmada bir araç olarak kullanılabilir. Satıcılar genellikle müşterilerinin kaşlarının arasını
hedef alarak konuşmaya çalışırlar. Her dil ve anlatım sisteminde olduğu gibi, bir mimiğin
anlamı, bu mimiğin kullanıldığı toplumdaki anlam ve anlatım sisteminin bütününe bağlıdır.5
5 Tolan, Barlas (1991). Toplumbilimlerine Giriş. Ankara: Adım Yayıncılık, s:405
10 / 24
7.3. Rol ve Statü
Toplumsal düzenlemeler içinde yaşamını sürdürmek zorunda olan birey, çok çeşitli gruplar
içinde bulunur. Bireyin kendi istekleri doğrultusunda vereceği kararlar grup içindeki yerini,
durumunu ve konumunu oluştururken, toplumsal yaşamın birçok yönü de bireyi bazı görevleri
yerine getirmeye zorlar. Birey kendisini toplumsal konumu aracılığıyla tanımlar.
Statü bireyin bir grup içindeki yerini ve derecesini belirler. Rol ise belirli statülere sahip
bireylerden istenen ve beklenen davranışlardır. Statü ve rol arasındaki ilişki, hem toplumsal
olarak belirlenmiş değerlerin bir yansıması olmakta hem de yeteneklerinin ve belki de
isteklerinin elverdiği ölçüde bireylerden beklenilen davranışlardan kaynaklanmaktadır.
Örneğin çocuklar yetişkinlere göre daha aşağı bir statüye sahiptirler; bu yüzden de onların
bazı yükümlülükleri yerine getirmeleri daha esnek beklentiler içinde düşünülür.
Bireylerin kendilerini tanımladıkları konumları mutlak değil, göreli, karşılıklı, tamamlayıcı
bir nitelik taşır ve bu şekilde anlamlanır. Yani, öğretmen-öğrenci, doktor-hasta gibi birbirini
bütünleyen karşılıklı konumlardan ya da mevkilerden söz etmek daha doğrudur. Buradaki
karşıt ikililerde görülen her mevki, ayrıca birçok ikiliden oluşan bir bütün içinde yer alır.
Ayrıca, aynı kişi, yalnızca farklı kişilere göreli olarak farklı mevkilerde değil, yine birbirlerine
göre de farklı mevkilerde bulunabilir. Veli-öğretmen konumunda bulunan iki kişi bir başka
durumda doktor-hasta konumunda bulunabilir. Ancak bu iki kişi, her durumda, davranışları
düzenleyen karşılıklı mevkileri iyi bilirler ve o andaki rollerine uygun olarak
karşılarındakinden belirli davranışları beklerler.
Parsons’a göre doktor-hasta ikilisi incelendiğinde, hastanın mevkii dört öğeyle açıklanabilir.
Bunlar, sorumsuz olma, koşulsuz yardım görme hakkı, iyileşmeyi arzulama ve
iyileşebilmek için doktorla iş birliği yapma zorunluluğu olarak belirlenebilir. Buna
karşılık, doktorun konumu, kurumlaşmış bir teknik yetki içeren hekimlik rolünün
evrensel niteliği, mesleki uzmanlık, duygusal ilgisizlik, çıkar gütmeme olarak saptanabilir.
Bu öğeler birbirleriyle doğal olarak bütünleşerek birbirlerinin varlığına gerekçe oluştururlar.
Bu örnekten hareket edilirse, doktorun tıp tekniği alanındaki yetkisi hastanın bu konuda
bilgisiz olmasından ve doktora güvenmek zorunluluğundan ileri gelmektedir.
11 / 24
Bir kişinin başkalarıyla açık bir formel rekabette ya da pazar rekabetinde sağladığı kişisel
başarıların sonucunda ulaştığı toplumsal konumu gösteren bir başka terim ise ulaşılan statü
terimidir. Örneğin bir üniversite profesörü, doktor ya da otomobil teknisyeninin konumu,
genellikle rekabete dayalı sınavlar sonucunda iş yaşamına başarılı bir giriş yapılarak
kazanılmıştır. Ulaşılan statüye karşılık bir kişinin ya doğumla ya da aile kökenine bağlı olarak
sahip olduğu toplumsal konumları gösteren ve kişisel başarılara göre değişmeyen atfedilen
statüden söz edilebilir. Örneğin, ırk, etnik köken ya da cinsiyet temelinde statü
atfedilmesinden söz edilebilir. Tabi ki atfedilen statü ile ulaşılan statü arasındaki ayrım mutlak
değildir.6
7.4. Kamuoyu
Etkileşimin toplumsal bir boyutu olan kitle iletişiminin çok önemli bir boyutunu kamuoyu
vasıtasıyla anlayabiliriz. Her toplum yönetenlerle yönetilenler arasındaki bir ilişkiler
düzenidir. Karar ve yönetmekle görevli siyasal kurum, yönetilenlerin uygulanan politika ve
yönetim biçimi hakkında ne düşündüklerini bilmek ister. Bu durum, halk iradesi ve çoğunluk
kararı ilkesine dayanan Batı tipi demokrasilerde olduğu gibi iktidarın zor yoluyla geçirildiği
ya da iktidar grubu dışındaki yönetici grupların yönetime geçme, siyasal mekanizmayı
yürütme olanaklarının kısıtlı olduğu toplumlarda da bir gerçektir.
O hâlde siyasal iktidarı elinde bulunduran grup ile bu grubun yönettiği kişiler arasında her
zaman ve her yerde bir etkileşme vardır. Kamuoyu, bu ilişki ve etkileşme sürecinde ortaya
çıkar. Kamuoyu bir siyasal katılma ve denetleme türüdür ve siyasal kararı etkileme olasılığına
sahip girdilerden biridir. Böylece kamuoyu, hükümet dışı özel çevrelerden hükümete doğru
yönelen ve hükümetçe göz önünde bulundurulması doğru bulunan kanaatlerdir; şeklinde
tanımlanabilir.
Türkçe’de kullandığımız şekliyle kamuoyu kavramı, kamu ve oy unsurlarından oluşmaktadır.
Kamu, belli bir sorunla karşılaşmış, bu sorun etrafında toplanmış bireylerden oluşan bir
gruptur. Grup içindeki kişiler sorunun çözümü hakkında çeşitli görüşlere sahiptirler ve soruna
bir çözüm yolu bulmak için birbirleriyle tartışmaya girişirler. Bu grubun üyeleri arasında
doğrudan ilişki zorunlu değildir. Kamu, yönetici grubun girişeceği eylemlerin doğuracağı
6 Tolan, s: 408-409.
12 / 24
sonuçların farkında olan ya da oldurulan bireyler kümesidir. Bazı eylemler, bu eylemlere
doğrudan katılmayan diğer kimseler için çeşitli sonuçlar doğurur; kamu bu sonuçları algılayan
diğer kimselerdir. Kamu üyeleri, sonuçları elverişli veya elverişsiz bulabilirler. Fakat
sonuçların algılanması, algılayanları, elverişli sonuçların gerçekleşmesi elverişli olmayanların
ise gerçekleşmemesi için karar-vericinin hareketini denetlemeye yöneltir. Kamu belli bir
durum ya da soruna özgü olarak oluşmakla birlikte nadir durumlarda yetişkin nüfusun tümünü
kendi etrafında toplar.
Kavramın ikinci unsuru olan oy, kanaat anlamını taşır. Oy, duygu veya izlenimlerden daha
kuvvetli, kanıtlanması daha kolay fakat tam olarak kanıtlanamayan kanaatlerdir. Kanaat, en
basit biçimde, bir sorun veya öneri hakkındaki tavırların ifadesidir. Kanaatler ilgili grubun
genel olarak doğru kabul ettiği değil, tartışmalı konular hakkındaki anlatımlarıdır. O hâlde
kamuoyu, kamu yaşantısı ile ilgili olan tartışmalı bir sorun karşısında bu sorunla ilgilenen
kişiler grubunun veya gruplarının taşıdıkları kanaatlerin anlatımlarıdır. Bu anlatımlar hem
çoğunluk hem de azınlık kanaatlerini içine almaktadır.
Herhangi bir konuda kamuoyu oluşabilmesi iletişim kanallarıyla doğrudan bağlantılıdır. Bir
sosyal süreç olarak kamuoyunu iletişim ve haber alma yöntemleri belirlemektedir. Bunlar
kişisel araçlar, kolektif araçlar, teknik araçlar şeklinde üç ana başlık altında
incelenmektedir. Kişisel araçları, yüz yüze temaslar, kanaatlerin oluşmasında etkin liderler
ve siyasal liderler; kolektif araçları, örgütlenmiş grup tartışmaları ve baskı grupları; teknik
araçları ise basın, radyo, televizyon, film (sinema), kitap, afiş, sergi ve internet
oluşturmaktadır.
a) Kişisel Araçlar: Kişisel araçların unsurlarından olan yüz yüze temaslar, belirli bir
mekânda, küçük gruplar hâlinde beliren kamuoyunu oluşturan etkenlerin en önemlisi bireysel,
kişisel temaslardır. Bu ilişkilerde kullanılan lisanın, açığa vurulan jestlerle başvurulan
sembolik anlatımların (alaylı bakışlar, sıkılmış yumruklar) yani vücut dilinin önemi büyüktür.
Küçük gruplarda fikir ve kanaatlerin değişmesinde ya da oluşmasında dedikodu ve söylenti
başlıca araçlardır. Kanaatlerin oluşmasında etkin liderler (kanaat liderleri) gazete, radyo,
televizyon gibi kitle haberleşme araçlarından, aynen ya da değiştirilmiş şekilde edindiği
bilgiyi, bu konuya ilgisiz davranan kimselere aktarmakta ve böylece bu kişilerin söz konusu
görüşlere sahip olmalarına neden olmaktadır. Siyasal liderler, kamuoyunda toplanan çeşitli
kanaat ve dileklerin oluşmalarında en önemli role sahiptirler. Siyasal lider halkın dileklerini
13 / 24
daha belirgin bir anlatıma kavuşturarak kamuoyunun doğrultusunu belirlemektedir. Gerçek
lider de aslında halkın sapmak istediği yolda ilerleyen öncülerdir. Liderler belli görüşlere
sahip kişilerdir. Lider herhangi bir durumu benimsiyorsa, onu yeni bir ifade ile destekler; eğer
karşı görüşte ise bu durumdan şikâyetçi olanların iş birliğini sağlar ve olumsuz kanının
yayılmasına önderlik eder.
b) Kolektif Araçlar: Kolektif araçları oluşturan örgütlenmiş grup tartışmaları, demokratik
zihniyetin toplumun her tabakasına nüfuz etmesini ve vatandaşların kamusal yararını
ilgilendiren meseleler hakkında uyanık olmalarını sağlarlar. Bu konuya verilebilecek bir
örnek, Danimarka’da XIX. yy.da kurulan köy okullarının düzenledikleri mitinglerdir. Bu
okullara yetişkinler devam etmiş ve köylerini ilgilendiren sorunları tartışmalı grup
toplantılarında karara bağlamışlardır. Bu konuya verilebilecek bir başka örnek ise yuvarlak
masa toplantıları olabilir. Karşılıklı bir fikir alışverişi sonunda ortaya çıkan kamuoyu için
örgütlenmiş grup tartışmaları önemli bir unsuru oluşturmaktadır. Baskı grupları ise belli bir
konuda kendi çıkarlarına uygun kamuoyu yaratmak üzere etkin olan araçlardan bir başkasıdır.
c) Teknik Araçlar: Kamuoyunu belirleyen teknik araçları, basın, radyo, televizyon, film
(sinema), kitap, afiş, sergi ve internet alt başlıları altında incelemek mümkün olacaktır.
Basın ya da daha dar anlamıyla gazeteler, yakın ve uzak geçmişin ya da günün haber ve
olaylarının verilmesinde, ülkenin ana davaları üzerine halkın dikkatinin toplanmasında önemli
bir rol oynarlar. Demokratik ve kapitalist toplumlarda gazeteler, günün haberlerini toplayan,
fikirlerin yayılması alanında kurulmuş bir tekel, özgürlüğün belli başlı kalesi olarak bilinir.
Daha da önemlisi basının “dördüncü kuvvet” olduğundan sıklıkla söz edilmekte olmasıdır. Bu
konuya açıklama getirmek için şu anekdot anlatılır: 1660 yılında Lord Falkland İngiliz Avam
Kamarasına hitap ederken “Uzun zamandan beri hep üç kuvvetten bahsediyoruz. Oysa -
parmağı ile üst galeride oturan gazetecileri işaret ederek- hepsinden daha önemli olan
dördüncü kuvvet orada yer almaktadır.” der.
Basının gücü konusunda verilen en klasik örnek “Watergate Skandalı”dır. Olay 17 Haziran
1972 günü meydana gelmiştir. Washington’da Watergate binasında, Demokrat Partinin
Ofisine giren beş kişi binanın güvenlik görevlileri tarafından yakalanırlar. “Washington Post”
gazetesinin iki muhabiri, bu kişilerin siyasi sırları çalmak üzere görevlendirildiklerini ve
görevlendirenlerin arasında Başkan Richard Nixon’ın kendisinin ve yakın adamlarının da
14 / 24
bulunduğunu ortaya çıkarır. Genişleyen soruşturmalar sonunda Nixon istifa etmek zorunda
kalır.
Zamanımızda kitle iletişimi sağlayan çok sayıda başka kaynak olmasına rağmen gazetelerin
hâlâ etkin araçlar olduğunu ifade etmemiz gerekmektedir.
Radyo, özellikle I. Dünya Savaşı sonrası dönemde etkin bir haber alma ve propaganda
aracı olarak gelişmiştir. Radyonun etkilediği kitlenin okur-yazar olmak zorunda olmaması, bu
aracın gazeteye göre üstünlüğünü ortaya koymaktadır. Radyo teknolojik olarak zaman içinde
bir dönüşüm göstermiş, giderek küçülen, taşınabilir bir duruma gelen radyonun her mekânda
ve her zaman dinlenebilme imkânı yaratılmıştır.
Radyonun kitleler üzerindeki etkisini gösteren en klasik örnek Orson Welles’in “Dünyalar
Savaşı” adlı eserinin radyo piyesi olarak CBS’ de sunumudur. Radyonun sanat, piyesler, canlı
müzikler... ile altın çağını yaşadığı 1938 yılında, 30 Ekim günü söz konusu eser haber
bültenine benzetilerek Marslıların Dünyayı işgal etmekte oldukları duyurulduğunda insanlar
sokaklara dökülmüş ve büyük bir panik yaşanmıştır.
Bu dönemlerde, özellikle ABD’de yapılan çalışmalar seçim sıralarında radyonun kamuoyu
oluşumunda üstün bir rol oynamakta olduğunu göstermiştir. Hitler’in propaganda aracı olarak
anılır hâle gelmesinden sonra radyo, 68 Mayıs olayları sırada da önemini korumuş,
yayınlanan röportajların kitleler üzerindeki etkinliği saptanmıştır.
Televizyon, tüm dünyada olup biten olayları evin içine, seyircinin ayağına getiren
televizyon kuşkusuz kamuoyunu oluşturmada çok güçlü bir etkinliğe sahiptir. Televizyonun
bireyler üzerindeki etkinliğini saptayabilmek için cihaz karşısında geçirilen zaman önemli bir
gösterge olarak alınabilir. Yapılan çalışmalar TV karşısında tüm dünyada çok uzun süreler
geçirildiğini göstermektedir.
Film (Sinema), 1917 devriminden ve I. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’da ortaya
çıkan ve 1930’larda etkin olan totaliter rejimler sinemayı siyasal ve ekonomik propagandanın
önemli bir aracı olarak kullanmışlardır. Alman Milli Eğitim Bakanlarından Ruse “Nasyonal
Sosyalist Devlet, ideolojisini film yoluyla yayma kararındadır.” der. Lenin ise “Sinema,
Sovyet Rusya’sının en büyük kültürel silahı olmalıdır.” demektedir. Stalin’e göre ise “film
15 / 24
kitleleri örgütlendirme ve çalışan sınıfları sosyalizm zihniyetine göre yetiştirme gayelerini
gerçekleştirme yolunda, etkin, kudretli bir yardımcıdır.” Konuyu açıklamak için verilebilecek
bir başka örnek ise Alman propaganda bakanı Geobbels’in Eistenstein’ın 1925 yılında yaptığı
“Potemkin Zırhlısı” adlı filmini seyrettikten sonra çevresinde bulunan film yapımcılarına “İşte
beyler, sizden devlet, böylesine filmler yapmanızı istemektedir.” demesidir.
Böylece filmin kamuoyunun oluşum aracı olarak rolü ve önemi artmıştır. Film duygu ve
bilinçaltı âlemine seslenerek etkisini gösterir. Bu şekilde insanların tavırlarını tayin ile
yetinmeyip değer yargılarının kökleşmesine de yardım eder.
Kitap, özellikle XX. yüzyılın başında kitabın kamuoyunun oluşumunda çok önemli
etkinliği olmuştur. Kamuoyunu etkileyen kitaplar iki gruba ayrılmaktadır. Birinci gruptakiler,
içerdikleri fikirler ve telkinler dolayısıyla doğrudan doğruya geniş kitlelere hitap eden
eserlerdir. İkinci grupta incelenen kitaplar ise belirtilmek istenen savı, bir roman konusu
şeklinde dolaylı şekilde kitlelere hitap eden eserlerdir.
Birinci gruba dâhil edilen eserler arasında Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi”, Marx’ın
“Kapital”, Atatürk’ün “Nutuk”, Hitler’in “Kavgam”... adlı eserleri sayılmaktadır. İkinci gruba
girebilecek yapıtlara kölelik üzerine yazılmış ve çok etki yaratmış olan “Kökler”, Victor
Hugo’nun “Sefiller”, Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre”... örnek oluşturmaktadır.
Afiş ve Sergi, kamuoyunun oluşumunda kitle haberleşme araçları kadar olmasa da
fotoğraflar, afişler, grafikler de etkili olabilmektedir. İkincil nitelikte de olsa bu gibi
araçlardan da zaman zaman etkili sonuçlar alınabilmektedir. Bu konuda verilebilecek en
açıklayıcı örnek 1950 seçimleri sırasında Demokrat Parti tarafından Selçuk Milar’a
hazırlatılan, havaya kalkmış bir el ve “Yeter, Söz Milletindir!” sloganından oluşan afişin
seçim kampanyasında ve sonuçlarında oynadığı etkili roldür.
İnternet, beklenmedik bir hızla kullanıcıya ulaşan internetin, her ne kadar gazete, radyo,
televizyon kadar yaygın bir iletişim aracı olmasa da toplum üzerinde belirli bir etkinlik
kazanmaya başladığı açıkça görülmektedir. Henüz gazete, radyo, televizyon, sinema kadar
yaygın bir iletişim aracı olmamakla birlikte tümünü bünyesinde toplayan bir niteliğe sahiptir.
Her geçen gün internetin kamuoyunu oluşturmaktaki gücü daha çok ortaya çıkmaktadır.
16 / 24
7.5. Propaganda
Toplumsal etkileşim bağlamında ele alacağımız son konu propaganda olacaktır. Literatürde
kamuoyu konusu üzerine bir okuma yapıldığı zaman karşımıza şöyle bir görüntü çıkıyor:
Kamuoyu ya doğal olarak meydana gelir ya da yapay olarak imal edilir. Her ne kadar bu iki
yol arasındaki ayrımı tanımlamak tartışmalı da olsa propaganda, en kestirme şekilde
kamuoyunun “ikna” ve “telkin” yöntemleri kullanılarak yapay olarak oluşturulmasını
adlandıran kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Konu ile ilgili akademik çalışmalara
bakıldığı zaman, özellikle yüzyılın başlarıyla II. Dünya Savaşı arasındaki yıllarda gerek geniş
kitleler üzerinde gerekse toplumların yönlendirilmesinde iletişim araçlarının son derece etkili
olduğunun kabul edildiği görülmektedir. I. Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında
propagandanın güçlü etkilerine olan inanca bağlı olarak 1920’li yıllarda yayınlanan çok
sayıda kitap büyük güçlerin propaganda kampanyalarını anlatmaktadır.
Propaganda konusu özellikle II. Dünya Savaşı ve soğuk savaş dönemi koşullarında önemini
korumuştur. Özellikle Hitler döneminde Goebbels propaganda konusunda çok başarılı
olmuştur. Goebbels geniş kitleleri yönlendirmede propaganda yöntemlerini bir silah gibi
kullanmıştır. Aynı dönemde Stalin egemenliği ve Sovyet yayılmasında da propagandanın yeri
vardır. Dolayısıyla totaliter rejimler ile propaganda birlikte anılır duruma gelmiştir.
Giderek bu bağlamda iletişim araçlarının doğru kullanılıp kullanılmadığı anlaşılmak
istenmiştir. Bu doğrultuda ampirik araştırmalar başlar. Özellikle 1930’lu yıllardan sonra
gelişen ampirik araştırmalarla öncelikle askerî kuruluşların, siyasi partilerin ve eğitimcilerin
ilgilendikleri görülmüştür. Hatta daha da özele indirgenerek bu alandaki çalışmaların
temelinde öncelikle askerî/siyasi kaygıların bulunduğu söylenebilir. Askerî/siyasi kaygılarla
biçimlenen çalışmalar daha sonra ticari çerçevede yaygınlaşmıştır. Bu alandaki çalışmalara
öncülük yapan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki deneysel çalışmaların Ordu Enformasyon
ve Eğitim Bölümü Araştırma Birimi’nde hız kazandığı görülmektedir.
Bir fikri yayarak ona yandaş toplama tekniği olarak tanımlanabilen propagandanın iki
kaynaktan beslendiği ortaya çıkmaktadır: Reklam ve Siyasi/askerî Hedefler.
a) Reklam: Propaganda ve reklam arasında uzun zaman süren bir yardımlaşmadan söz
edilmekte hatta evrimlerinin paralel olduğu ifade edilmektedir. Propaganda daha çok reklamın
17 / 24
buluşlarından ve başarılarından yararlanır, halkın hoşuna gideceğini umduğu bir deyişi kopya
eder. Tekniklerin ilerlemesiyle reklam artık inandırmaktan çok sarsmaya, açıklamaktan çok
esinlemeye çalışmaktadır.
Reklam artık, fizyoloji, psikoloji hatta psikanaliz alanındaki araştırmalardan da
yararlanmaktadır. Reklamın sonuçları denetlenebilmekte ve etkenliği kanıtlanabilmektedir. İlk
hareket noktası insanın edilgen olduğudur. İnsan belirli bir saplantı derecesinden, belirli
çekim süreçlerinden güç sıyrılmaktadır. Kişiyi bu ürüne, şu ya da bu markaya yöneltmek
mümkündür. Hatta bu durumun bile ötesinde, herhangi bir ürüne karşı bir gereksinme
yaratmak bile olanaklıdır. Propagandacı için bu bulgu çok hareket noktasıdır. İnsan
etkilenebilir bir varlık olduğuna göre ona kendi görüşleri sayacağı görüşleri esinlemek, hatta
“fikirlerini değiştirmek” mümkündür. Ticari alanda mümkün olan politik alanda da
gerçekleştirilebilir.
Propagandanın reklamla ortaklığı üzerine verilen en çarpıcı örnek özellikle ABD’deki seçim
kampanyalarının reklam kampanyalarından pek de farklı olmayışıdır. Siyasetin bir ürün gibi
reklam şirketleri tarafından pazarlanan bir unsur durumuna gelmesi Türkiye için de söz
konusudur. İlk siyasi reklamcılık 1977 genel seçimleri sırasında Adalet Partisi için hazırlanan
kampanyadır. 1980 sonrasında hızı artan bu durum 1990 sonrasında iyice güç kazanmıştır.
1991 erken genel seçimlerinde bütün kitle partileri reklam şirketleri ile çalışmışlardır.
Günümüzde artık siyaset ve reklamcılık arasında kaçınılmaz bir ilişki vardır.
b) Siyasi/Askerî Hedefler: Kavramın tarihçesine baktığımız zaman, Alsace’ta 1793 yılında
“Propaganda” adıyla kurulan birlikle devrimci fikirlerin yayılmaya çalışıldığını ve bundan
sonra kavramın bu şekilde Fransız diline yerleştiğini görüyoruz. Propaganda savaşa o kadar
bağlanmıştır ki rahatlıkla onun yerini alabilir duruma gelmiştir. 1939’dan önce “sinir
savaşını” 1947’den sonra ise “soğuk savaşı” beslemiştir.
Mucitleri olmasalar da propaganda, Hitler ve Goebbels aracılığıyla bugünkü biçimine
ulaşmıştır. Leninci propaganda ile Hitlerci propaganda arasında çok büyük farklar vardır.
Leninci anlayışa göre, propagandanın benimsediği amaçlar, taktik amaçlar olmakla birlikte
gerçekten benimsenmiş birer amaçtır. Örneğin, Lenin’in ortaya attığı sloganlardan biri
“Toprak ve Barış”tır. Bu slogan gerçekten de bir amacı hedeflemektedir yani gerçekten toprak
18 / 24
paylaştırmak ve barış imzalamak söz konusudur. Lenin’in parolaları sonuçta akla uygun bir
temele dayanır.
Hitler’in kitleler konusundaki düşüncesi şöyledir: “Halkın büyük çoğunluğu o derece kadınsı
bir eğilim, bir ruh durumu içinde ki kanılarına ve eylemlerine salt düşünceden çok, duyuları
üzerinde meydana getirilen izlenimler yön veriyor.” Nazi propagandasının Alman halkı
üzerindeki başarı nedeni işte bu noktadan hareket etmektedir: İmge açıklamadan, kabaca
duyulabilir olan rasyonel olandan üstündür. Bu noktada propaganda, reklam tekniklerinin
siyasete uygulanmasıyla başlayıp, daha sonra başlı başına ayrı bir uzmanlık türü hâline
gelmiştir, demek mümkündür.
Propaganda ulusal çerçevede olduğu kadar, uluslararası boyutlar içinde de kamuoyunu kontrol
altında tutmak için girişilen sistemli bir çaba olmaya devam etmiştir. Propaganda, bir bireyin
veya grubun, başka bireylerin veya grupların tutumlarını belirleyip biçimlendirmek, kontrol
altına almak veya değiştirmek için, haberleşme araçlarından yararlanarak ve bu bireylerin
veya grupların belirli bir durum veya konudaki tepkilerinin kendi amaçlarına uygun tepkiler
şeklinde olacağını umarak giriştikleri bilinçli bir faaliyettir.
Burada bilinçli girişim en önemli noktayı oluşturmaktadır. Herhangi bir eylemin propaganda
sayılabilmesi için, böyle bir eylemin, tutumlar üzerinde kontrol kurarak belirli eylemlere yol
açmayı bilinçli olarak hedef edinmiş bir kampanyanın içeriği arasında yer almış olması
gerekir. Bu bakımdan herhangi bir sözün, kitabın, afişin, dedikodunun, geçit töreninin,
serginin, heykel veya abidenin, bilimsel bir buluşun veya istatistik dökümün, bunlar doğru ya
da asılsız, rasyonel ya da irrasyonel de olsa, tutumlar üzerinde kontrol ve böylelikle bu
tutumları değiştirmek isteyen birinin izlediği bilinçli bir eylem siyasetinin gereği olarak ortaya
konmuş veya oluşturulmuş bulundukları saptanabildikten sonra, bütün bunların propaganda
aracı veya materyali oldukları ispat edilmiş demektir.
Propaganda, ikinci olarak başka grupların tutumları üzerinde kontrol kurmak veya bunları
değiştirmek veya biçimlendirmek için yapılan bir girişimdir. Kamuoyu üzerinde kontrol
kurmak için girişilen eylemlerde temel varsayım, belirli durumlar karşısında bireylerin ne gibi
tepkilerde bulunacaklarını belirleyen tutumların dış etkilerin tesirinde olduğu; bu etkilerin ise
kısmen kontrol altına alınabileceğidir. Propagandacılar bilinçli olarak bu dış etkenleri kontrol
altına almaya çalışırlar.
19 / 24
Propaganda, üçüncü olarak tek tek bireylerden çok grupları kendisine hedef alır. Sonuçta
propagandacının hedefi sadece tutum değişikliği yaratmak değil; sonunda eylem alanında bir
“eylem” olarak görülecek tutum değişikliği yaratmaktır.
Adı propaganda ile birlikte anılan Goebbels “Propaganda yapmak, her yerde, hatta tramvayda
bile fikirlerden söz etmektir. Propaganda, çeşitleriyle de durumlara uymadaki esnekliğiyle de
etkileriyle de sınırsızdır.” demektedir. Gerçek propagandacı, düşüncesinin ve dinleyicilerinin
yapısına göre, çeşitli yollara başvurur ama her şeyden önce, kendi kişisel inancını
geçirebilmesiyle konuşmasının nitelikleriyle etkiler.
Kişisel propaganda, basit konuşma, bildiri ve gazete dağıtımı ya da daha düzenli bir biçimde
kapı kapı dolaşarak gerçekleştirilir. “Basılmış yazı” da bir propaganda yöntemidir ve kitap
temel araç olarak ortaya çıkmaktadır. Yergi yazısı özellikle XIX. yüzyılda propagandanın
seçkin silahı olmuştur. Gazete de önemli bir araç olarak ortaya çıkmaktadır. Bir slogan ya da
simgeye indirilme imkânı olan afiş ve bildiriler kısa ve sarsıcı oldukları takdirde önemli bir
propaganda tekniği olabilir.
Propagandanın sözlü olarak kullandığı tekniklerin başında daha önce de üzerinde durulduğu
gibi radyo gelmektedir. Büyük toplantılarda, özellikle seçim kampanyalarında kullanılan
hoparlörler de bir propaganda aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Propaganda ayrıca resim
üst başlığında toplanabilecek, fotoğraf, karikatür, simge, önder resimlerinden de yararlanır.
Kitle gösterilerini cenaze törenlerini bile kapsar; Fransız devriminde büyük rol oynayan
tiyatro burada sayılabilecek unsurlardan arasında yer almaktadır. Tiyatro, Bolşevik devrimi
sırasında değişik seyircilere, askerlere, köylülere göre düzenlenmiş; işçilerin ve devrimci
köylülerin üstünlüklerini gösterme aracı olarak kullanılmıştır.
Propagandanın belirli işleyiş kuralları vardır. Propaganda bütün alanlarda ilk önce yalınlığı
sağlamayı hedefler. Propagandacının elindeki manifestolar, bildiriler, öğretici yapıtlar...
genellikle birtakım önermeleri kısa ve açık bir metinde dile getirir. Örneğin Fransız devrimi,
hâlâ yaşayan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”ni ortaya koymuştur. Bu tarzdaki metinler,
yoğun, açık, kısa ve ahenkli cümlelerden kurulu ve kolayca akılda tutulabilecek niteliktedir.
Hatta bir öğreti bir simgeyle de özetlenebilir. Örneğin, belli tarihsel dönemlerde kitleler
üzerinde çok büyük etkileri olan gamalı haç ya da orak çekiç akla gelebilir.
20 / 24
Propagandanın bir başka kuralı büyütme ve bozmadır. Haberlerin büyütülmesi, kendi işlerine
gelen bütün haberlere aşırı önem veren bütün partici basınların sürekli olarak başvurdukları
bir gazetecilik yöntemidir. Bir bütünden alınmış parçaların ustalıkla kullanılması da sık sık
başvurulan bir yoldur. Büyütme ve şişirme Hitlerci propagandanın değişmez aracıdır.
“Kavgam”da şöyle yazar: “Her türlü propaganda, düşünce düzeyini seslendiği kişilerin en
kalın kafalısının anlama yeteneğine göre ayarlamalıdır. Düşünce düzeyi ne kadar aşağı olursa,
ikna edeceği insan kitlesi o kadar geniş olur.”
İyi bir propagandanın bir başka koşulu tekrarlamadır. Goebbels dalgacı bir üslupla “Katolik
kilisesi iki bin yıldır hep aynı şeyleri tekrarladığı için ayakta duruyor. Nasyonal-sosyalist
devlet de tıpkı onun gibi davranmalıdır.” demektedir. Ancak tekrar kuru kuruya bir tekrar
olmamalıdır ve ana tema bir yandan inatla sürdürülürken diğer yandan değişik görünüşler
altında sunulmalıdır. Bu ilke “Kavgam”da şu şekilde yer almaktadır: “Propaganda az sayıda
fikirle sınırlanmalı ve bunları bıkıp usanmadan tekrarlanmalıdır. Kitle en basit fikirleri bile
ancak bunlar kendisine yüzlerce kere tekrarlandıktan sonra hatırlar. Yapılan değişiklikler,
yayılması istenen öğretinin temeline hiçbir zaman dokunmamalı, yalnızca biçimde kalmalıdır.
Parola değişik görünüşler altında sunulmalı, ama her zaman, değişmez bir kalıp hâlinde
yoğunlaştırılmış olarak belirmelidir.”
Propagandanın kullandığı ilkelerden bir başkası aşılama kuralıdır. Genel kural olarak
propaganda daha önceden var olan bir temel üzerinde çalışır. Bir kalabalığın karşısında
konuşulurken onun zıttına gidilemeyeceği, onunla aynı fikirde olduğunu bildirmekle onu
kendi düşüncelerine yöneltmeden önce onun yönünde yer almakla başlamak gerektiği her halk
konuşmacısının bildiği bir ilkedir. Lider politikacı, öncelikle halkın başta gelen duygularına
sığınır, daha sonra sunulan program çeşitli çağrışımlar yoluyla halkta kendini gösteren tutuma
bağlanır. Halkların ruhunda bilinçli ya da bilinçsiz bulunan çeşitli duygular bazı ulusların
birbirlerine yönelik sevgisizlikleri propagandacı için kullanılacak bir malzemedir.
Propagandacının kullanacağı başka bir kural ise birlik kuralıdır. Topluluğun bireysel görüş
üzerinde bir baskısı vardır. Bir birey, bir topluluk (din, parti...) üyesi olarak ya da kendi adına
konuşmasına göre, çok samimi olarak aynı konu hakkında birbiriyle çelişen iki görüş ileri
sürebilir. Kişinin kafasında birbirine karşıt kanıtlar kalabilmesinin ancak bu kişinin bağlı
bulunduğu değişik toplulukların baskısının sonucunda ortaya çıktığı açıktır. Çoğu kişiler,
21 / 24
genel düşünceye karşı bir fikir geliştirmek istemezler. O hâlde genel kanıların çoğu birer
töreye uyma davranışıdır. Bu nedenle, propaganda bu birliği güçlendirmeye hatta yapay
olarak yaratmaya çalışacaktır. “... Halkı ya da siz ... lılar” diye başlayan cümleler bunu
açıklamaktadır.
Bu haftaki dersimizi kitle iletişimini anlamımıza yarayan kamuoyu oluşturma ve propaganda
hakkındaki bilgilerle tamamladık. Bireyin nasıl toplumsallaştığını da böylece daha somut bir
şekilde görmüş olduk. Bu dersle birlikte birey ve toplum üst başlığında ele aldığımız konuları
tamamlamış olduk. Bundan sonraki derslerimizde daha çok grupların üzerinde duracağız.
Buraya kadar anlattığımız derslerde de zaman zaman gruplardan söz etmemiz kaçınılmazdı.
Örneğin bu derste baskı gruplarına değindik ama toplumdan söz ederken kesin sınırlarla
konuları ayırmanın mümkün olmayacağı çok açıktır. Bu nedenle bu derse dek zaman zaman
grupları gündeme getirmiş olsak da gruplar bundan sonraki derslerimizin odağında olacaktır.
22 / 24
SONUÇ
Bu derste önce dil üzerinde durduk. Dili toplumsal-kültürel açıdan değerlendirdik. Daha
sonra sözsüz iletişim ve statü-rol aracılığıyla bireylerin birbirilerine dair kanaatlerini nasıl
aktardıklarının üzerinde durduk. Son olarak etkileşimin önemli bir boyutu olan kitle
iletişimini, kamuoyu ve propagandayı ele aldık. Bütün bunları bireyin toplumla nasıl ilişki
kurduğunu ve nasıl toplumsallaştığını, nasıl toplumsallaşmış birey hâline geldiğini
görebilmek için ele aldık. Böylece birey ve toplum başlığında işlediğimiz dersleri değişik
açılardan değerlendirerek tamamlamış olduk.
23 / 24
ÇALIŞMA SORULARI
1. Dil sosyolojik anlamda nasıl değerlendirilmelidir?
2. Toplumsal etkileşim boyutunda kamuoyunu açıklayınız.
3. Propaganda nasıl tanımlanabilir? Kamuoyundan hangi açılardan farklılaşmaktadır?
24 / 24
KAYNAKÇA
GIDDENS, Anthony (2008). Sosyoloji. İstanbul: Kırmızı Yayınları.
MARSHALL, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat.
TOLAN, Barlas (1991). Toplumbilimlerine Giriş. Ankara: Adım Yayıncılık.
Küçük Gruplar Sosyolojisi Ders:6
6. ANOMİ VE YABANCILAŞMA
Geçen haftaki dersimizde bireyin toplumla nasıl bütünleştiğini açıklamak üzere Amerikalı
sosyologların toplumsal kontrol deyimine başvurdukları ifade ettik. Bu dersimizde ise şu
soruyu soralım: Bir toplumdaki tüm bireylerin varolan tüm normlara uymaları yani tam
uyumluluk hâli ya da tüm bireylerin kendilerini tamamen gerçekleştirmeleri durumu mümkün
müdür?
Bu derste, değer ve normlar hiyerarşisinin bozulması ve değersel bir kargaşanın topluma
egemen olması sürecini ifade eden anomi ile modern toplumlara egemen bir sorun olan
yabancılaşmanın üzerinde duracağız.
6.1. Anomi
Toplumlarda normların varlığı bir gerçek olduğu gibi normlara tam olarak uyulmaması da bir
gerçektir. Bireylerinin tüm normlara uyduğu, kınamadan ağır suçlara kadar hiçbir
kuralsızlığın meydana gelmediği bir toplumu hayal etmek mümkün değildir. Geçen derste
toplumdaki karşılığı farklı farklı olan norm çeşitlerinden söz etmiştik. Bu çeşitlilik içinde kimi
normları örneğin herkes doğru olarak kabul eder ama kimse uygulamayabilir. Her toplumda
insanlar, bu toplumda geçerli olan normlara çeşitli nedenlerle zaman zaman uymayabilirler.
Bu olguya genel anlamda sapma adı verilir. Sapma ve uyumluluk olguları birbirinin
karşıtıdır. Aslında hiçbir toplumsal sistem, bireyleri bütün normlara tamı tamına uymaya
zorlamaz. Her toplumsal sistem normlara uyumda bir hoşgörü ölçüsüne sahiptir. Ama burada
hoşgörüden söz ederken hangi tür normdan bahsettiğimiz yine çok önemlidir. Örneğin her
nerede olursanız olun, yalan söylememek şeklinde bir norm benimsenir. Bu dinlere göre
yanlıştır, ahlaksal olarak yanlıştır, aynı zamanda tabii ki hukuksal olarak da yanlıştır. Ama
yalan söz konusu olduğu zaman insanlar hemen beyaz yalanları da gündeme getirirler. Bu
örnekte beyaz yalan denilerek yalana karşı hoşgörünün geliştirildiği kolayca görürüz.
Hoşgörü düzeyi normun türüne göre değiştiği gibi, bireyin grup içerisinde yeniliğine veya
eskiliğine göre değişir. Gruba yeni dâhil olan işçinin, öğrencinin veya askerin gayretkeşliği,
herkesin bildiği bir olaydır. Bu gibi kişiler, grubun üyesi olduklarını kabul ettirebilmek ve
7 / 22
grup içindeki statülerini sağlamlaştırabilmek için, gayretkeş olmalarını gerektiğine inanırlar.
Bu olgu da aşırı uyumluluktur. Bu aşırı uyumluluğu açıklayan bir diğer neden de yeni
gelenlerin ilk aşamada normların yalnızca resmi veya kurumsallaşmış tanımını bilmeleri ve bu
normun uygulamadaki gerçek tanımını öğrenecek kadar grupsal deneyim yaşamamış
olmalarıdır.
Hoşgörü düzeyi bireyin grup içindeki mevki veya statüsüne göre de değişebilir. Örneğin, bir
din adamının işlediği günah, sıradan bir insanın işlediği günahtan farklı bir biçimde
değerlendirilir. Ya da tüm gözler yüksek düzeyde bir politikacının üzerinde olduğu için, bu
kişi kendi partisini herhangi bir üyesinden daha kolay eleştirebilir.1
Bireylerin tüm normlara uymamalarının sapma olarak adlandırıldığını söylemiştik.
Normlardan sapma farklı nedenlere dayanmaktadır. Bunlardan biri, bireyin herhangi bir
nedenle grubunun dışında veya uzağında kalması anlamındaki marjinalite olgusu, bir diğeri de
norm çatışması içinde bulunan bireyin normlardan birini uygulamak için, diğerlerine karşı
çıkmak zorunda kalmasıdır. Marjinalite çok çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir. Ancak
normların çiğnenmesi, genellikle normlar ve roller arasındaki çatışmadan doğar. Bireylerin
sahip oldukları roller, çeşitli yön ve düzeylerde birbiriyle çatışan normlar içerebilir. Çünkü
bireyler yaşantılarını sürdürürken çeşitli düzeylerde aidiyetlere sahiptirler. Bunun sonucunda
bireyin kendisi için öncelik ve önem taşıyan bir referans grubuna diğer gruplardan daha fazla
ilgi duyması, bu gruplardaki statüsünü marjinal bir duruma sokabilir. Örneğin, her fabrikada,
işverenin her zaman haklı olduğu, disipline uyulmadığı gibi işveren cephesinden görüşe sahip
olan işçiler vardır. İşveren ve yöneticilerle özdeşleşen bu gibi kimseler, genellikle dikey
toplumsal mobilite (yani iş yerinde yükselme) sürecinde bulunan işçilerdir. İşçi grubu içindeki
statüleri kendileri için artık marjinal bir nitelik taşımaktadır. Yani çalışma grubu içindeki
normlarla yöneticilerin normları çatışmaktadır. Üye olmak için özlem duyulan bir grubun
normlarını önceden benimseme ve uygulama açısından bu mekanizma, ön sosyalleşme olarak
tanımlanmaktadır.2
Bazı sapma biçimleri ise toplumun temel değerleri ile bireyin bu değerleri gerçekleştirmek
için sahip olduğu araçlar arasındaki uyuşmazlık veya çatışmalardan doğmaktadır. Robert
1 Tolan, Barlas (1991). Toplum Bilimlerine Giriş. Ankara: Adım Yayınları, s: 245-246.
2 Tolan, s:246-247.
8 / 22
Merton (1910-2003) sapmayı; toplumdaki kültürel amaçların ve bu amaçlara varmak için
toplumca önceden saptanmış yolların kabul edilmesi olarak tanımladığı uyumla karşıt olarak
ele almaktadır. Merton temel değer olarak ekonomik başarıyı vurgulayan Amerikan
toplumunun, toplumsal farklılaşmanın alt tabakalarındaki hem başarısız hem de başarı
kazanma olanağından yoksun kimselere bir ümit kapısı bırakmadığını belirtir. Büyük bir
çoğunluk bu çatışmayı, egemen toplumsal değerlerle içindeki bulundukları gerçek durum
arasındaki karşıtlık ölçüsünde yaşamaktadır. Bu durumda herkes, üyesi bulunduğu grubun
normlarına uymakta, erişilmesi olanaksız görülen temel değerler ise ideal değerler olarak
algılanmaktadır. Ancak böyle bir tutum, bireyleri çoğu kez biçimci davranışlara sürükler.
Çatışmayı çok derin bir biçimde duyan bazı kimseler de uzaktaki bu değerlere ulaşmak için
yeni yollar ve buluşlar geliştirmeye çalışırlar. Çatışmadan kurtulmak isteyenler ise hem
toplumsal değerleri hem de grup normlarını reddederek bir tür gerileme veya kaçma
davranışını tercih ederler. Kaçmanın bir karşıtı olarak beliren isyan davranışında ise birey,
toplumun ve grubun değer ve normlarını kabul etmediği gibi, bu değer ve normları yenileriyle
değiştirerek başka bir toplumsal düzen yaratma amacını güder. Gerçekte bu mekanizmaların
hepsi, bireyin kendi durumuna ve özelliklerine göre toplumla farklı bir bütünleşme içinde
olabileceğini gösterir.
Anomi kavramının işaret ettiği ise sapmadan daha farklı bir toplumsallık durumudur.
Durkheim’in sıklıkla kullandığı Merton’un da ele aldığı anomi, normların geçerliliğini ve
yaptırım gücünü yitirmesi, değer ve normlar hiyerarşisinin bozulması ve değersel bir
kargaşanın topluma egemen olması gibi durumlarda ortaya çıkan normsuzluk hâlini ifade
eder. Başka bir anlatımla, kuralları geçerliliğini yitirmiş ve herkes tarafından benimsenecek
yeni kurallar yaratamamış bir toplumda, bireyleri toplumsal bütüne bağlayan bağların
kopması hâline anomi denir. Merton’a göre, toplumca tanımlanmış hedeflere ulaşmak için
tanımlanmamış davranışlara başvurulmasının zorunlu olduğu durumlarda toplumsal yapı ile
kültürel yapı arasında beliren uyuşmazlık, anomiye yol açmaktadır.3
Bu olguya dikkati çeken Durkheim’a göre anomi, hangi normu izleyeceklerini bilemez hâle
gelen bireylerin bütünleşmelerini giderek olanaksızlaştıran bir toplumsal düzensizlik
ortamıdır. Durkheim 1890’lı yılların anomisini şu şekilde tasvir etmektedir:
3 Tolan, s:247.
9 / 22
“Gerçekten, yaşam koşulları köklü olarak değiştiği için, insan gereksinimlerini düzenleyen
skalanın aynı kalması olanaksızdı. Çünkü bu skala, tüm üretici kategorilerin alması gereken
payı kabaca belirlemesi nedeniyle toplumsal olanaklara göre değişmektedir. Günümüzde bu
skalanın hiyerarşisi altüst olmuş bulunmaktadır. Ama öte yandan rasgele yeni bir hiyerarşi de
alınıp öncekinin yerine koyulamaz. İnsanların ve nesnelerin toplumsal bilinç tarafından
yeniden sınıflandırılması için belirli bir süre gerekecektir. Böylece başıboş kalan toplumsal
güçler yeni bir denge bulmadıkça her birinin değeri konusunda ortak bir yargıya
varılamayacak ve bu nedenle bir süre boyunca çok yönlü bir düzen boşluğu doğmuş olacaktır.
Bugün artık mümkün olanı ve olmayanı, doğruyu ve doğru olmayanı, hangi hak talep ve
özlemlerin meşru olduğunu, hangilerinin sınırı aştığını bilemeyecek bir durumdayız...
Böylece, yolunu şaşırmış bir düşünce ve değer sisteminin engelleyip bastıramadığı iştah dolu
arzular, kendilerini durdurması gereken sınırların nerede bulunduğunu bilemez hâle
gelmişlerdir. Tam böyle bir ortamda, yalnızca genel dinamizmlerinin niteliği gereği daha
yoğun olması bile onları doğal bir aşırı coşkunluk hâlinde bulundurmaya yetmektedir.
Refahın artması nedeniyle arzular da taşan bir coşkunluk içindedir. Bu istek ve arzulara
sunulan daha da vaat edici ödüller onları dürtmekte, daha zor beğenilir bir tutuma
sürüklemekte, geleneksel kuralların yetke ve gücünü yitirdiği bir dönemde tüm kurallar
karşısında daha da sabırsız kılmaktadır. Demek ki bu düzensizlik veya anomi hâli, ihtirasların,
daha güçlü bir disipline gereksinme duymaları gereken bir dönemde, aksine giderek sınır
tanımamaları nedeniyle daha da pekiştirilmiş olmaktadır...”4
Daha önce üzerinde durduğumuz gibi, Durkheim “Toplumsal İşbölümü ve İntihar” adlı
çalışmalarında anomiden söz etmiş ve anomik intiharı tanımlamıştır.
6.2. Yabancılaşma
Toplumlardaki anomi yani kuralsızlık hâlinden sözettikten sonra şimdi birbaşka konuyu
incelemeye geçeceğiz: Yabancılaşma. Yabancılaşmada tasvir edilen toplumsal ortam
anominin tasviri ile epeyce benzese de anomiden çok farklı bir çözümlemeye bizi
götürmektedir.
4 Tolan, s:248.
10 / 22
Tarihsel olarak bakıldığı zaman, XVIII. ve XIX. yy. düşünürleriyle birlikte yabancılaşma
kavramına gidecek yolun açıldığı görülmektedir. Spinoza, Hegel, Marx’dan bu yana, içinde
yaşanılan çağın katı, boş, amaçsız ve ruhsuz bir çağ olduğu teması vurgulanmıştır. Marx,
“Çağımızda hakikatin coşkusu, coşkuların da hakikati yok” demektedir. 5
Yabancılaşma kavramını ilk belirginleştiren Hegel olmuştur. Ona göre insanlık tarihi aynı
zamanda insanoğlunun yabancılaşmasının tarihidir. Hegel’de olduğu gibi Marx’da da
yabancılaşma kavramı, insan varlığının ve özünün ayrımı, insanın somut varlığının özüne
yabancılaşmış olduğu düşüncesi üzerine inşa edilmiştir.
Günümüzün insanı, sanayi devrimi ile başlayan ve her alana yayılan hızlı bir değişmenin
toplumsal ve ruhsal düzeyde yarattığı bunalımların köklü bir rahatsızlığa dönüştüğü bir
ortamda yaşamaktadır. Sanayi devrimi ile birlikte ortaya çıkan bu hızlı teknolojik değişme,
toplumsal kurumlarda, örgütlenme biçimlerinde, kültürel yapıda ve bunlara bağlı olarak değer
sistemlerinde de temel dönüşümlere yol açmıştır. Ancak bu dönüşümlere koşut olarak insanın
doğa ve diğer insanlar ve toplumla ilişkilerinde gözlenen bunalım ve hatta mutsuzluk hâli
giderek önem kazanmakta, maddi refahın tek başına yeterli olamayacağı düşüncesi
yaygınlaşmaktadır. Bu çağdaş bunalım, çeşitli farklılıkları olmasına rağmen her toplumda
varlığını duyurmaktadır.
Çağdaş toplumlarda yaşanan bunalımın ilk izlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte, sorunun özü
kavranmaya çalışılmış, yapısal, felsefi ve tarihsel çözümlemelere girişilmiş ve bazı
çözümlemeler yapılmıştır.
Marx’a6 göre insanlık tarihi, insan varlığının giderek gelişmesi ama aynı zamanda giderek
yabancılaşması anlamına gelmektedir. Yabancılaşmış insan dış dünyayı ve kendi varlığını,
5 Tolan, Barlas (1981). Çağdaş Toplumun Bunalımı Yabancılaşma ve Anomi. Ankara: Ankara İktisadi ve Ticari İlimler
Akademisi Yayınları, s:144.
6 1818-1883 yılları arasında yaşayan Karl Marx, bilindiği gibi Alman toplum kuramcısıdır. 5 Mayıs 1818 de o
zamanlar Prusya’da olan Tréves’te doğar. Bonn Üniversitesinde hukuk okur. 1841’de Iena Üniversitesi Felsefe
Fakültesinde doktorasını alır. 1847’de “Felsefenin Sefaleti”ni, 1848’de “Komünist Manifestosu”nu, 1859’da
“Ekonomi Politiğin Eleştirisi”ni, 1867’de “Kapital”in birinci kitabı yayınlanır. 1883’de ölür. 1885’de
“Kapital”in ikinci kitabı, 1894’de ise “Kapital”in üçüncü kitabı Engels tarafından yayınlanır. Marx kuramını
oluştururken İngiliz iktisatçıların (Adam Smith, David Ricardo ve James Mill) çalışmalarından etkilenmiştir.
11 / 22
nesnesinden farklılaşmış özne gibi pasif olarak seyretmekle yetinir. Marx’a göre ise bunalım
meta toplumunun kapitalist sistem içerisinde hızla evrimleşmesiyle değişim değerinin
kullanım değeri7 üzerinde giderek büyüyen bir egemenlik kurmasından ve bunun sonucunda,
insanın ürününe, emeğine, topluma ve kendi varlığına yabancılaşması, bunları kontrol etme
gücünü yitirmesinden kaynaklanmaktadır.
Marx’ın yabancılaşma kuramı içinde üzerinde durulması gereken emeğin yabancılaşması
olgusudur. Marx için emek ve iş bölümü, yabancılaşmanın birer göstergesi olmaktadır.
Emek, insan doğa ile ilişkisi yani elle, zihin veya sanatsal faaliyetler yoluyla kendisini
gerçekleştirdiği yeni bir evren yaratmasıdır. Ancak özel mülkiyet ve iş bölümü geliştiği
ölçüde, emeğin başlangıçta insan gücünü ifade etmek ve dışsallaştırmak olan temel niteliğini
yitirdiğini görüyoruz. Marx, “emeğin ürettiği nesne yani emeğin ürünü, emeğin karşısında
yabancı bir şey, kendini üretenden bağımsız bir güç olarak dikilir. Emeğin ürünü bir nesneye
aktarılmış, maddeleşmiş demektir; emeğin nesneleştirilmesidir” der. Emek artık işçinin
doğasının bir parçası olmaktan çıktığı için yabancılaşmış bulunmaktadır. Yani çalışma işçinin
dışındadır, onun özsel varlığına ait değildir. Bu nedenle çalışırken kendini olumlu görmez,
mutsuzdur, fiziksel ve zihni enerjisini serbestçe geliştirmez; bedenini harcar ve zihnini yok
eder. Onun için işçi ancak çalışma dışında kendine gelir. Çalışması gönüllü değil, zorlamadır.8
Böylece işçi üretim eyleminde kendi faaliyetiyle olan ilişkisini, kendisine ait olmayan yabancı
bir şey, edilgin ve isteksiz bir çaba, kendini yitirmiş bir güç olarak duymakta ve
algılamaktadır. İnsan kendi özüne yabancılaşırken emeğin ürünü insan üzerinde üstünlük
sağlayan “yabancı bir şey hâline dönüşmektedir. Bu ilişki aynı zamanda dışsal ve düşman bir
biçimde onun karşısında yer alan bir ilişki niteliğindedir.” Marx burada özellikle iki noktayı
vurguluyor. Bir yandan, insanın işinde ve özellikle kapitalist sistemdeki üretimde yaratıcı
gücünü kullanmasının engellenmesi, diğer yandan da üretici eyleminin, emeğin ürünleri olan
1844’de “İktisadi ve Felsefi Elyazmaları”nı yazar. Bu metin genelde yabancılaşma kavramını ortaya koymasıyla
bilinmektedir.
7 Metaların üreticiler tarafından doğrudan kullanılmasının karşısında mübadele –değişim- için üretilmesi
anlatılmaktadır. Yani kullanım değeri değişim değerine dönüşmektedir ki bu durum üretim ilişkilerindeki
değişikliğin sonucudur. Geleneksel çerçevede bakıldığında eskiden geçim amacıyla kullanılan mal ve
hizmetlerin artık pazarda alınıp satılması sürecini anlatmaktadır. Marx’a göre, kullanım değeri bir nesnenin
yararlılığıyla ilgili bir yargıyı gösterirken değişim değeri aynı nesnenin pazardaki değişim sonucunda bulacağı
karşılıktır.
8 Tolan. Anomi ve Yabancılaşma, s:145.
12 / 22
nesnelerin onun dışında ve ondan bağımsız bir varlık oluşturmaları... Yani artık işçinin varlığı
üretime bağlıdır; ama üretim işçi için yapılmamaktadır.
Çağdaş üretim sürecinde emeğin yabancılaşması, üretimin ağırlıkla elle gerçekleştirildiği
geleneksel imalathanelere oranla çok daha yüksek düzeydedir. El emeğine dayanan
zanaatlarda işçi bir aletten yararlanır; fabrikada ise makine ondan yararlanır. Birincisinde iş
aletlerini kullanan odur; diğerinde ise makinelerin hareketini izlemek zorundadır. El emeğine
dayanan işlerde işçi canlı bir mekanizmanın yaşayan bir parçasıdır. Oysa fabrikada hayatiyeti
olmayan ve işçiden neredeyse bağımsız bir mekanizma ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu
durumda işçi mekanizmanın eklentisi ve ikincil bir çarkından farksızlaşmış bulunmaktadır.
Burada Marx’ın söz ettiği, özellikle işçinin ekonomik sömürüsü, nihai paylaşımdaki payının
düşüklüğü veya tümüyle ona ait olması gereken bu payın sermaye sahibine gitmesi değildir.
Onun öncelik verdiği husus, insanı onu şey hâline indirgeyen ve şeylerin kölesi kılan belirli
bir üretim biçiminden kurtarmaktır. Düşüncesinin özünde insanın kurtuluşu yatmaktadır.
Marx’ın kapitalist toplumu eleştirisi, gelir dağılımı üzerinde değil, üretim biçimi, insan
kişiliğinin yok edilmesi ve insanın köleleşmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır.9
Bununla beraber Marx, insanlık tarihinde her zaman varolmuş olan emeğin yabancılaşması
olayının, kapitalist toplumda en uç noktasına ulaştığını ve işçi sınıfının diğer sınıflardan daha
fazla yabancılaşmış olduğunu da vurgulamaktadır. Bu yargının dayandığı temel, işçinin
üretimin örgütlenmesi, planlanması ve kontrolünde hiçbir etkisi olmaması ve bir makine
niteliğinde değerlendirilerek istihdam edilmesi nedeniyle sermayeye bağımlı bir “şey”e
dönüştürülmüş olması düşüncesidir. Marx’a göre, “yabancılaşmış emeğin özel mülkiyetle
ilişkisinden çıkan bir başka sonuç da toplumun özel mülkiyetten, kölelikten kurtulmasının,
işçilerin kurtulması gibi politik bir biçimde ifadesini bulmasıdır. Bunun böyle olması, yalnız
onların kurtuluşunun önemli oluşundan değil, işçilerin kurtuluşunun evrensel insanlığın
kurtuluşunu içermesinden ileri gelmektedir. İşçilerin kurtuluşu insanlığın kurtuluşunu içerir;
çünkü işçinin üretimle ilişkisinde insanın köleliğinin bütünü vardır ve köleliğin her ilişkisi bu
ilişkinin yalnızca biraz değişik bir şekli ve sonucudur.10
9 Tolan, Anomi ve Yabancılaşma, s:146.
10 Tolan, s:146-147.
13 / 22
Burada Marx’ın amacı sadece işçi sınıfının kurtuluşu ile sınırlanmamıştır. Temelde onun için
önemli olan, genel olarak insan varlığının kendisini çerçeveleyen yapay koşulları kırarak
kurtuluşa ulaşmasıdır. İnsan varlığı özgür ve yabancılaşmamış üreticiliğine dönmeli ve nihai
amacı, nesne üretimi değil, bütün yönleriyle gelişmiş ve kendini bulmuş bir insan olan yeni
bir toplum yaratmalıdır.
Marx emeğin yabancılaşmış ürününü şöyle tanımlar: Kapitalist üretim biçimi, insanlar
arasındaki ilişkileri şeyler arasındaki ilişkilere dönüştürmekte ve bu dönüşüm kapitalist üretim
sürecinde metanın doğasını, temel niteliğini oluşturmaktadır. Oysa maddi zenginliğin,
çalışanların gelişmesine yönelik gereksinimleri tatmin etmek için varolması gerekir. Fakat
mevcut üretim biçiminde işçi yalnızca varolan değerlerin genişlemesi için bir araçtır; işçiyi
böyle bir amaca yönelik bir araç olarak düşünen bir üretim biçiminden zaten başka bir şey de
beklenemez.
Marx için yabancılaşmış emek, insan özünün ve doğanın yabancılaşmasından ayrı
düşünülemez. Ona göre “insan kendi emeğinin ürününe, hayat etkinliğine, türsel varlığına
yabancılaşma olgusunun dolaysız bir sonucu, insanın insana yabancılaşmasıdır. İnsan nasıl
kendi kendisiyle karşı karşıya geliyorsa, öteki insanla da karşı karşıya gelmektedir. İnsanın
işiyle, emeğinin ürünüyle ve kendisiyle ilişkisi için geçerli olan, insanın öbür insanla ilişkisi,
öbür insanın emeği ve emeğinin nesnesi için de geçerlidir. Aslında, insanın türsel özelliğinin
kendisine yabancılaştırıldığı önermesi, bir insanın öbürüne ve her ikisinin de insanın öz
doğasına yabancılaştırıldığı anlamına gelir. Yabancılaşmış insan yalnızca diğer insanlarla
yabancılaşmış bir insan da değildir. Doğası, ruhu ve özünden soyutlanmış türsel varlığına da
yabancılaşmıştır.11
Marx’ın üzerinde durduğu bir başka konu, “insan isteklerinin ve ilişkilerinin yabancılaşan
anlamı”dır. Marx yabancılaşmış bir evrende insan gereksinmelerinin neler doğurabileceğini,
böyle bir gereksinme anlayışından hareketle nerelere varılabileceğini anlamış ve bugünkü
çağdaş toplumun yaşadığı aşırı tüketim yabancılaşmasını, insanın gerçek ve sahte
gereksinmeleri arasındaki ayrımı öngörebilmiştir. Marx’a göre, paraya gereksinme modern
iktisadi sistemin yarattığı tek gereksinmedir. Paranın niceliği, giderek paranın tek etkili
11 Tolan, s:1478-149.
14 / 22
yüklemi olur. Her şeyi soyut şekline indirgediği gibi, kendi hareketi sırasında kendini de
yalnızca niceliksel bir şeye indirger. Aşırılık ve ölçüsüzlük gerçek norm olur.
Yabancılaşmış gereksinmelerin öznesi, hatta kölesi durumuna indirgenen insan, artık zihinsel
ve fiziksel bakımdan tüm insani yeteneklerinden yoksun kılınmış olur. Kendi bilincinde ve
kendi kendine etkin olan bir metadan farksızlaşır. Bu meta, insanın dış dünya ile ilişki
kurması ancak ona veya onun öğelerine sahip olması, onu kullanması, onu tüketmesi yoluyla
gerçekleşebilmektedir. Yabancılaşmanın ölçeği büyüdüğü oranda, insanın dış dünya ile
kurduğu ilişki giderek daha yüksek bir düzeyde ondan yararlanma amacına yönelik
olmaktadır. Marx bunu şöyle açıklıyor: “Ne kadar az yer içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa,
meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler,
resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; güvelerin ve tozun yok
edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan, o kadar çoğa sahip olursun;
kendi öz yaşamını dile getirmenle dışsallaşmış yaşamını dile getirmen ters orantılıdır;
yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.”12
Yabancılaşmanın bir göstergesi olarak Marx’ın vurguladığı bir başka kavram ise meta
fetişizmidir. Yaratıcı emeğin yabancılaşmasından söz ederken, onun ürününe yabancılaşması
sürecini vurgular. Bu yabancılaşma, şeylerin kullanım değeri yerine, değişim değeri ile ifade
edilir olmasında yani malların metalaşma sürecinde yatmaktadır. Mal insanların doğrudan
doğruya gereksinmeleri için ürettiği şey olarak düşünülmelidir. Asıl niteliği kullanılmak,
yararlanılmak ve bunun için de tüketilmek olan şey, belli bir toplumsal yapıda bu niteliğinden
ayrılıp başka bir amaca yönelmektedir. Her şeyin mübadele alanına girdiği ve alım-satım
nesnesi olduğu kapitalizmde bu temel değer yani kullanım değeri para ölçütüne göre
değerlendirilir. Mallar ve insanın temel özelliği olan emek dâhil tüm şeylerin parasal ilişkiler
aracılığıyla nesneleşmesi, doğrudan insanların kullanımı yerine değişimin temel amaç olması,
Marx için yabancılaşmanın bir görünümüdür. Yani bu anlamda yabancılaşma kullanım
değerinin yerini değişim değerinin almasıdır. Marx, kapitalist toplumda değişim değerinin
kullanım değeri üzerindeki egemenliğini ve parasal ilişkilerin yüceltilmesi yoluyla insani
ilişkilerin ve kullanmadan doğan yararın yok olması olgusunu meta fetişizmi olarak
nitelemektedir.13
12 Tolan, s:150-152.
13 Tolan, s:152-155.
15 / 22
Marx’dan sonra da yabancılaşmanın üzerinde durulduğunu görürüz. Marx, en yabancılaşmış
toplumsal sınıfın işçi sınıfı olduğunu savunmuş, yabancılaşmanın insanların büyük
çoğunluğunun ortak yazgısı hâline gelecek ölçüde yaygınlaşacağını öngörmemişti.
XX. yüzyıla gelindiğinde oranı giderek artan bir insan kitlesi, makinalardan çok simgeleri ve
insanları kullanmaya, onlarla uğraşmaya başladı. Erich Fromm’a (1900-1980) göre, “küçük
veya büyük memur, satıcı, esnaf veya tüccar, özellikle hizmetler sektöründe çalışanların
hemen hepsi, bugün nitelikli işçiden çok daha büyük bir yabancılaşma içinde yaşamaktadır.
Nitelikli işçinin işlevleri bugün dahi yetenek, beceri ve iş ahlakı gibi kişisel niteliklere
bağımlıdır; kişiliğini, gülümseyişini ve hele hele inançlarını satmak zorunda değildir.
Diğerlerinin varlığı ise becerilerinin yanı sıra, uysal, ılımlı ve istenilen doğrultuda
kullanılabilir olmalarından ileri gelmektedir. Ancak tüketim açısından, özellikle bürokrasinin
çeşitli kesimleri ile el emeğiyle çalışan düz işçiler arasında pek büyük bir fark
bulunmamaktadır. Hepsi şeyleri, sahip olmak ve kullanmak istedikleri yeni, sonra daha da
yeni şeyleri arzulamaktadırlar. Bu hâlleriyle şeyler karşısında bütünüyle edilgin, zincire
vurulmuş tüketiciler kitlesini oluştururlar ve yapay arzularını doyuran ama doyurduğu oranda
doyumdan uzaklaştıran nesnelerin kölesi olmuşlardır. Üretken evrenle hiçbir ilişkileri
bulunmamaktadır. Şeylere ve şeyleri üreten makinalara taparlar ve bu yabancılaşmış dünyada
kendilerini bir tuhaf ve tecrit edilmiş hissederler.14
Günümüzde her toplum ödenmesi gereken insani bedele bakmazsızın, maddi gereksinimleri
ön plana çıkarmış ve bu amaçla mümkün olan en fazla maddi zenginliği gerçekleştirmeyi
amaç edinmiştir. Ancak bu maddi varlığın insan ilişkileri ve insanların ruhsal yapısı
üzerindeki etkilerine baktığımızda, suçluluk, alkolizm, ruh hastalıkları, uyuşturucu madde
kullanımı, çeşitli psikolojik ve sosyo-psikolojik rahatsızlıkların yanı sıra, sınıfsal farklılaşma
ve refahtan pay alma alanlarındaki toplumsal rahatsızlıların ne kadar yoğun olduğu
görülmektedir. İnsanların artan yalnızlığı, aşırı atomlaşma ve tecrit duygusu, birbirlerine olan
güvenin yok olması ve bunun sonucu gelişen bireycilik, kısacası insanların toplumsal yaşama
ilişkin olarak geliştirdikleri tüm tinsel ve insani değerlerin yitirilmesi ile maddi refahın koşut
olarak geliştiği bir gerçekliktir. Sonuçta maddi değerler maddi olamayan değerleri aşarak
tümüyle egemen olmaktadır.
14 Tolan, s:158-159.
16 / 22
İnsan, kendisini diğer canlılardan ayırt eden temel özellik olan yaratıcılığına ve bununla
birlikte toplumsal yaşamına ve oluşturduğu insani değerlere giderek tümüyle ters düşen ve
yabancılaştıran bu maddi refaha ve onun kaynaklandığı rasyonalizm ve prodüktivizm
ideolojisine başkaldırıp eleştirmekten geri kalmaz. Buna karşı çıkma, toplumsal zamanın artan
hızından dolayı yeni kurallar ve değerler oluşturmayı engeller ve anomik ortamı hızlandırır.
Yaşamın her alanında kalıcılık ölüp, geçicilik egemen olmaya başlar. Diğer yandan bu
aşamada, insanın ürettiği nesneyle, diğer insanlarla, kendi emeği ve doğa ile bütünleşmesinin
koşulları, artan iş bölümü, teknokratik örgütlenme ve örgütsel karmaşıklık ortamında
gerçekleşememekte, yabancılaşma giderek kalıcı ve yoğun bir hâle dönüşmektedir. Refahın
çok tüketebilmekle özdeşleştiği ileri kapitalist ülkelerde amaç, mümkün olan en fazla metayı
pazara sürebilmek ve tüketilmesini sağlamaktır. Artan tüketimin amacı, insanların insani
özünü geliştirmeye yönelik olmaktan çok, onları düşünmekten, yaratmaktan alıkoyan ve
yabancılaştıran bir kısır döngü hâline gelir.
Rasyonalizm ve prodüktivizm ideolojisi, pazar koşulları içerisinde en fazla üretmeyi
amaçlayan bir toplumsal örgütlenme biçimi geliştirirken bu örgütlenme içerisinde insanlar,
yalnızca makinaların bir parçası ya da doğrudan bir üretim ama çoğunlukla tüketim aracı
niteliğine dönüşürler. Bir insanın en fazla tüketebilmek için her şeyi yapmasının olağan
olduğu bir toplumsal yapıda sınır, yalnızca diğer insanların bu özgürlüğünü yani tüketme
özgürlüğünü sınırlamamaktır. Böyle bir toplumda her şey tüketim boyutunda anlam kazanır.
Zaman, mekân, eğlence ve hatta cinsellik bile metalaşıp tüketilirken, bunların insani
içeriklerinden soyutlanarak pazarda satılan nesnelere ve anlamını yitirmiş etkinliklere
dönüştüğünü görürüz. Bu anlamda ileri kapitalist toplumun bireyi, her türlü yaratıcılıktan
uzak, tüm toplumsal değerlere yabancılaşmış ve tek kuralın daha fazla tüketmek olduğu
ortamda, temel hedef olarak tekdüzeliği içselleştirmek ve benimsemek durumunda
kalmaktadır.
Tekdüzeliğin dışındaki eylemler, yine özünden soyutlanmış arayışlardan ibarettir. Örneğin
spor, artık insanın fiziksel gelişmesini ve sağlıklı yaşamasını sağlayan bir eylem değil, onu
oyalamak ve vakit geçirtmek için dev örgütlerin tekeline aldığı bir meta alanı olmuştur.
Sanatsal yaratı, ancak pazardaki değişim değerine bağlı olarak bir anlam taşımaktadır. Müzik,
dev şirketlerin tek merkezde oluşturduğu beğeni standartlarını aşamazken, dinleyicinin
duygulanmasının derecesi aldığı uyuşturucu maddenin dozuna bağlı olabilmektedir.
17 / 22
Kadınlığın veya erkekliğin ölçütleri ve nitelikleri, tekelleşmiş moda evlerinin ve kozmetik
sanayiinin pazar savaşımında belirlenirken değişimin hızı da yüksek bir tüketim sağlamayı
amaçlamaktadır. Toplumsal başarı, her alanda yüksek tüketim ile özdeşleşirken, tüm insani
ilişkiler, sevgi, aşk, dostluk ticareti yapılabilen birer nesne olmuşlardır. Kapitalist toplum
tinsel hazları vurgulayarak, sonuçta aşkı, estetiği ve diğer duyguları da metalaştırmıştır. Belki
de cinsel özgürlük maskesi altında yapılmak istenen de budur.
Kapitalist pazarda bolluk ve tüketim, insanın doğa ve toplumla uyumlu yaşaması yerine,
kaynakların kötü kullanımına ve israfa yol açan bir kaosa neden olmaktadır. Böylece,
önlenemez hâle gelen ruhsal yorgunluk ve gerilim, giderek amaçsızlığı ve anlamsızlığı
egemen kılmaktadır. Maddi doyum sağlanmakta fakat ruhsal doyumda büyük bir boşluk
yaşanmaktadır. Yok olan birincil ilişkiler yani aile, akrabalık, komşuluk... ilişkileri başka
biçimlerde oluşturulan dernekler, klüpler, kurslar gibi kurumlarla dengelenmeye çalışılırken
ikili bir yabancılaşmaya düşülmektedir. Kişisel ilişkiler ve etkileşimin sıcak ve içten
geleneksel yapıları çözülürken, yerine konmaya çalışılanlar da etkili, yönlendirici ve kalıcı
olmamaktadır. Sonuçta bireylerin büyük bir bölümü için, rol sistemleri düzeyinde bir
kopukluk söz konusu olmaktadır. Bu kopukluk, kişiliğin neredeyse şizofrenik bir biçimde
parçalanmasına yol açmaktadır.15
Bu toplumsal koşulları eleştiren ve 1960’lı yıllarda adından çok söz ettiren Herbert
Marcuse’dir.16 Marcuse özel olarak yabancılaşmanın ve genel olarak ileri derecede
sanayileşmiş kapitalist toplumun sorunlarının aşılmasında, işçi sınıfından çok toplumdaki
marjinal kesimlere ağırlık verir. Bu bağlamda özellikle öğrencilerin, etnik azınlıkların, toplum
dışı kesimlerin toplumsal değişmedeki önemini vurgular. Marcuse’ye göre, ileri derecede
sanayileşmiş kapitalist toplumlarda işçilerden bir şey beklemek mümkün değildir.
Herbert Marcuse, üzerinde durduğu kısıtlayıcı ve baskıcı toplumu şöyle anlatmaktadır: “İleri
sanayi toplumunun en sinir edici yanlarından biri akıl dışılığın akılsal özelliğidir... Bu
15 Tolan, Toplumbilimlerine Giriş, s:296-298.
16 Herbert Marcuse 1898-1979 yılları arasında yaşamış Alman felsefecidir. Frankfurt Okulu’nun temsilcilerindedir.
Amerika’da yaşamış ve ömrünün sonuna kadar aktif siyasetin içinde kalmıştır. 1960’lı yıllarda, solcu öğrencilerin fikirleri
üzerinde güçlü etkisi olmuştur. Yazıları, felsefe ve kültürel eleştiri kadar siyaset ve estetikle, özellikle modern toplumların
totaliter eğilimleri diye nitelediği boyutuyla da ilgiliydi.
18 / 22
uygarlık üretiyor; bu uygarlık konforu arttırmaya ve yaymaya yeteneklidir; gereğinden fazla
olanı gereksinme hâline getirmeye, yıkımı yapıcı kılmaya yeteneklidir... İnsanlar birbirlerini
mallarıyla tanıyorlar; ruhlarını otomobillerinde, ses aygıtlarında, iki katlı evlerinde, mutfak
eşyalarında buluyorlar.”
Marcuse’ye göre, birey ve toplum arasındaki ilişkileri düzenleyen mekanizma, toplumsal
denetim hatta bir anlamda teknolojik bir denetimdir. Bu toplumsal denetimler o kadar
benimsenmiştir ki bireyin karşı koyucu güçleri de büyük ölçüde etkilenmektedir:
Yabancılaşan kişi, yabancılaşmış olan yaşamında özümlenmiştir. Tek bir boyut vardır artık;
bu tek boyut, her yerde her biçimdedir. Marcuse’de ilerleyen teknoloji, bireysel özgürlüğün
kısıtlanmasına yol açmakta, totaliter bir toplumun ilk görüntülerini sergilemektedir.
Marx için el emeğiyle ve fiziksel gücüyle çalışan ve bu emeği sermaye sahibi tarafından
sömürülen proletarya, nicel potansiyeli ve temel toplumsal haklardan yoksun bırakılmış
olması nedeniyle, tarihsel bir görevi yerine getirmeye hazırlanan, bu nedenle de yükselen bir
sınıftır. Oysa Marcuse’ye göre hızla gelişen otomasyon nedeniyle, el emeği giderek artan
oranlarda makinayla ikame edildiği gibi, makine daha da az iş gücüne gereksinme
duymaktadır. Teknoloji içinde, zamanını büyük ölçüde otomatik tepkilerle harcayan mekanik
iş, daima bütün yaşama yayılan bir uğraş, tüketici, sersemletici, insanlık dışı bir köleliktir. Bu
ustaca köleleştirme, sekretere, banka memuruna, her zaman baskı altında olan satıcıya,
televizyon spikerine uygulanan köleleştirmeden temelde farklı değildir.17 Standartlaştırma ve
tekdüzelik, üretici meslekle üretici olmayan meslekleri benzer kılar. Toplumsal iş bölümünün
öbür insani nesneleri gibi, işçiler de teknoloji toplumuyla bütünleşmektedirler. Dolayısıyla,
Marcuse’ye göre işçi sınıfı düzenin karşıtı değildir. Teknolojik ilerlemeye rağmen, insan
üretici düzenin boyunduruğu altına girmiştir. Kitle iletişim araçlarının da yardımıyla insan
tümüyle sömürgeleşmekte, tutum ve eylemleriyle dış dünya ile ilişkilerinin bilincine
varamayan ama toplumu yönetenlerin istediği şeyleri, istediği ölçüde, istediği yer ve zamanda
tüketen bir robot doğmaktadır. Marcuse’ye göre, teknolojik düzenlemenin egemen olduğu
toplum, sistemin muhafazası ve idamesine yönelik bütün öğe ve değerlerin bütünleşmesiyle,
kapalı ve güdümlü bir toplum hâline dönüşmektedir. İşçi sınıfının da karşı çıkma ve aşma
17 Burada 1883-1924 yılları arasında yaşamış olan Çek yazar Franz Kafka’nın satıcı Gregor Samsa’nın bir böceğe
dönüşmesini konu ettiği “Değişim” adlı romanını hatırlayalım.
19 / 22
gücünü yitirmesiyle silahsız kalmış bu toplum, böylece tek boyutlu toplum olarak
nitelenmektedir.18
Çağdaş toplumdaki yabancılaşmayı ele alan bir başka isim Charles Wright Mills’dir.19 Mills
de beyaz yakalılar hakkındaki yapıtında, hizmetler sektöründe çalışan, sayıları giderek
artmasına rağmen oluşturdukları toplumsal gücün bilincinde olmayan ücretlilerin yani büro
memurları, satıcılar gibi grupların özellikle yabancılaşma koşulları üzerinde durmaktadır.
Mills' e göre beyaz yakalıları tehdit eden tehlikeler aslında XX. yüzyılın bütün insanları için
ortak bir nitelik taşıyan tehlikelerdir. Çağımızda politikada, ekonomide, aile yaşamında,
dinsel yaşamda ve yaşantımızın tüm alan ve bölümlerinde, XVIII ve XIX. yüzyılların
sarsılmaz gerçekleri ya yıkılmış ya da çözülmüştür. Buna karşılık, çağdaş yaşamı
çerçeveleyen görenekleri belirginleştiren yeni toplumsal değerler görülmemektedir. Böylece
ne isyan etme ne de ümit etmek için bir şevk ve heyecanımız kalmadı. Yaşamımız yön
gösterici bir çizgiden yoksun bulunuyor. Vahşi bir çağın yeni bir ürünü olan beyaz yakalı,
kendisini doğuran ve kendisine karşı gittikçe daha fazla yabancılaştırmak için sarf edilen kitle
uygarlığını saymazsak, kendine özgü bir kültüre de sahip değildir. Kendisini güvenlik içinde
hissetmek için bağlar aramakta ancak hiç bir topluluk, hiç bir örgüt onun bu gereksinmesine
cevap verebilmek için oluştuğu izlenimini vermemektedir. Bu yalnızlığı onu, basın, sinema,
radyo, TV gibi ucuz halk kültürünün yapay ürünleri için bulunmaz bir müşteri hâline
getirmektedir. Elinden çok arzu ettiği ve hiçbir zaman sahip olamayacağı çok şey geçmesine
rağmen, kendisi bizzat yaratmamakta ve üretmemektedir. Bütün gün ve saatlerini hep
alışageldiği aynı işle doldurmak zorunda bulunduğundan, boş zamanlarını isteyerek ona
satılan düşük nitelikli yapay eğlencelere vermekle değerlendirmektedir. İşi onu sıkmakta,
eğlenceler onu sinirlendirmekte, bu kısır döngü ise onu tüketmektedir.
Kitle toplumunda özellikle kitle haberleşme araçlarının merkezileşmesini, bunun yanı sıra
insan yaşamındaki belirleyici ve etkileyici rolünün artmasını temel etkenlerin en önemlisi
olarak değerlendiren Mills, insanlar arasındaki birincil etkileşimin yok olmasını vurgular. Bu
da sonuçta bireyleri umutsuzluğa iter. Artık orta sınıfların en geniş toplumsal tabakaları
18 Tolan, Anomi ve Yabancılaşma, s:159-161.
19 C. Wright Millls 1916-1962 arasında yaşamıştır Amerikalı sosyologdur. En önemli çalışmaları 1950’lerde yayınlanmıştır.
Bunlar, Amerikan orta sınıfına ait bir çözümleme olan White Collar (1951) ile ABD’nin birbirine kenetlenen ve sürekliliğini
sağlayan bir elitler kümesi tarafından yönetildiğini iddia ettiği İktidar Seçkinleri’dir. (1956)
20 / 22
oluşturduğu bu tür toplumlarda, askerî, ekonomik ve siyasal seçkinlerden meydana gelen
oligarşiler insanları insanlara rağmen yönlendirebilmektedir.
Günümüzün etkin iktidar kuruluşları, sırasıyla dev şirketler, erişilmesi güç devlet aygıtı ve
ordudur. Bir yandan bunların bir yandan da ailesinin, küçük ve yakın toplulukların baskısı
altında kalan birey, kendini güvenceye kavuşturacak ve kendini güçlü hissetmesini sağlayacak
kuruluşlardan yoksundur. Bu nedenle kitle toplumunda birey için gerçekten canlı, gerçekten
anlam taşıyan bir siyasal mücadele olanağı kalmamıştır. Bugün, bu nitelikte bir siyasal
hayatın yerini tepeden yönetim almış, altlarda ise bir siyaset boşluğu meydana gelmiştir.
Görüldüğü gibi Mills, siyasal yabancılaşmadan hareket eder. Bu yabancılaşmanın altında
yatan etkenler olarak genellikle sosyolojik değişkenlerin önemi üzerinde durur. Ona göre
teknoloji ve bunun gerektirdiği örgütlenme biçimleri, kapitalist toplumda insanların
kendilerini geliştirebilmelerine, bu amaçla düşünce üretip bunları realize etmelerine olanak
tanımamaktadır.20
Bu derste anomi, sapma ve yabancılaşma konularının üzerinde durmamızın nedeni, geçen
derste bireyin toplumsal kontrol mekanizmaları ile toplumsal normları benimsemesini
anlatırken fazlaca uyumlu bir tablonun ortaya çıkmış olmasıdır. Oysa “birey ve toplum”dan
söz ettiğimiz bu derslerimizde, bireyin çeşitli nedenlerle toplumsalla yaşadığı buhrandan da
bahsetmemiz gerekmektedir. Tam bir uyumun olmadığını göstermek için işte bu iki
sosyolojik kavrama başvurduk.
20 Tolan, Anomi ve Yabancılaşma, s:161-164
21 / 22
ÇALIŞMA SORULARI
1. Anomi nedir?
2. Yabancılaşma nedir? Anomiden hangi açılardan farklılaşmaktadır?
3. Yabancılaşma zaman içinde nasıl farklılaşmıştır?
22 / 22
KAYNAKÇA
ARON, Raymond (1994). Sosyolojik Düşüncenin Evreleri. Ankara: Bilgi Yayınevi.
MARSHALL, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat.
TOLAN, Barlas (1981). Çağdaş Toplumun Bunalımı Yabancılaşma ve Anomi. Ankara:
Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları.
TOLAN, Barlas (1991). Toplum Bilimlerine Giriş. Ankara: Adım Yayınları.
Geçen haftaki dersimizde bireyin toplumla nasıl bütünleştiğini açıklamak üzere Amerikalı
sosyologların toplumsal kontrol deyimine başvurdukları ifade ettik. Bu dersimizde ise şu
soruyu soralım: Bir toplumdaki tüm bireylerin varolan tüm normlara uymaları yani tam
uyumluluk hâli ya da tüm bireylerin kendilerini tamamen gerçekleştirmeleri durumu mümkün
müdür?
Bu derste, değer ve normlar hiyerarşisinin bozulması ve değersel bir kargaşanın topluma
egemen olması sürecini ifade eden anomi ile modern toplumlara egemen bir sorun olan
yabancılaşmanın üzerinde duracağız.
6.1. Anomi
Toplumlarda normların varlığı bir gerçek olduğu gibi normlara tam olarak uyulmaması da bir
gerçektir. Bireylerinin tüm normlara uyduğu, kınamadan ağır suçlara kadar hiçbir
kuralsızlığın meydana gelmediği bir toplumu hayal etmek mümkün değildir. Geçen derste
toplumdaki karşılığı farklı farklı olan norm çeşitlerinden söz etmiştik. Bu çeşitlilik içinde kimi
normları örneğin herkes doğru olarak kabul eder ama kimse uygulamayabilir. Her toplumda
insanlar, bu toplumda geçerli olan normlara çeşitli nedenlerle zaman zaman uymayabilirler.
Bu olguya genel anlamda sapma adı verilir. Sapma ve uyumluluk olguları birbirinin
karşıtıdır. Aslında hiçbir toplumsal sistem, bireyleri bütün normlara tamı tamına uymaya
zorlamaz. Her toplumsal sistem normlara uyumda bir hoşgörü ölçüsüne sahiptir. Ama burada
hoşgörüden söz ederken hangi tür normdan bahsettiğimiz yine çok önemlidir. Örneğin her
nerede olursanız olun, yalan söylememek şeklinde bir norm benimsenir. Bu dinlere göre
yanlıştır, ahlaksal olarak yanlıştır, aynı zamanda tabii ki hukuksal olarak da yanlıştır. Ama
yalan söz konusu olduğu zaman insanlar hemen beyaz yalanları da gündeme getirirler. Bu
örnekte beyaz yalan denilerek yalana karşı hoşgörünün geliştirildiği kolayca görürüz.
Hoşgörü düzeyi normun türüne göre değiştiği gibi, bireyin grup içerisinde yeniliğine veya
eskiliğine göre değişir. Gruba yeni dâhil olan işçinin, öğrencinin veya askerin gayretkeşliği,
herkesin bildiği bir olaydır. Bu gibi kişiler, grubun üyesi olduklarını kabul ettirebilmek ve
7 / 22
grup içindeki statülerini sağlamlaştırabilmek için, gayretkeş olmalarını gerektiğine inanırlar.
Bu olgu da aşırı uyumluluktur. Bu aşırı uyumluluğu açıklayan bir diğer neden de yeni
gelenlerin ilk aşamada normların yalnızca resmi veya kurumsallaşmış tanımını bilmeleri ve bu
normun uygulamadaki gerçek tanımını öğrenecek kadar grupsal deneyim yaşamamış
olmalarıdır.
Hoşgörü düzeyi bireyin grup içindeki mevki veya statüsüne göre de değişebilir. Örneğin, bir
din adamının işlediği günah, sıradan bir insanın işlediği günahtan farklı bir biçimde
değerlendirilir. Ya da tüm gözler yüksek düzeyde bir politikacının üzerinde olduğu için, bu
kişi kendi partisini herhangi bir üyesinden daha kolay eleştirebilir.1
Bireylerin tüm normlara uymamalarının sapma olarak adlandırıldığını söylemiştik.
Normlardan sapma farklı nedenlere dayanmaktadır. Bunlardan biri, bireyin herhangi bir
nedenle grubunun dışında veya uzağında kalması anlamındaki marjinalite olgusu, bir diğeri de
norm çatışması içinde bulunan bireyin normlardan birini uygulamak için, diğerlerine karşı
çıkmak zorunda kalmasıdır. Marjinalite çok çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir. Ancak
normların çiğnenmesi, genellikle normlar ve roller arasındaki çatışmadan doğar. Bireylerin
sahip oldukları roller, çeşitli yön ve düzeylerde birbiriyle çatışan normlar içerebilir. Çünkü
bireyler yaşantılarını sürdürürken çeşitli düzeylerde aidiyetlere sahiptirler. Bunun sonucunda
bireyin kendisi için öncelik ve önem taşıyan bir referans grubuna diğer gruplardan daha fazla
ilgi duyması, bu gruplardaki statüsünü marjinal bir duruma sokabilir. Örneğin, her fabrikada,
işverenin her zaman haklı olduğu, disipline uyulmadığı gibi işveren cephesinden görüşe sahip
olan işçiler vardır. İşveren ve yöneticilerle özdeşleşen bu gibi kimseler, genellikle dikey
toplumsal mobilite (yani iş yerinde yükselme) sürecinde bulunan işçilerdir. İşçi grubu içindeki
statüleri kendileri için artık marjinal bir nitelik taşımaktadır. Yani çalışma grubu içindeki
normlarla yöneticilerin normları çatışmaktadır. Üye olmak için özlem duyulan bir grubun
normlarını önceden benimseme ve uygulama açısından bu mekanizma, ön sosyalleşme olarak
tanımlanmaktadır.2
Bazı sapma biçimleri ise toplumun temel değerleri ile bireyin bu değerleri gerçekleştirmek
için sahip olduğu araçlar arasındaki uyuşmazlık veya çatışmalardan doğmaktadır. Robert
1 Tolan, Barlas (1991). Toplum Bilimlerine Giriş. Ankara: Adım Yayınları, s: 245-246.
2 Tolan, s:246-247.
8 / 22
Merton (1910-2003) sapmayı; toplumdaki kültürel amaçların ve bu amaçlara varmak için
toplumca önceden saptanmış yolların kabul edilmesi olarak tanımladığı uyumla karşıt olarak
ele almaktadır. Merton temel değer olarak ekonomik başarıyı vurgulayan Amerikan
toplumunun, toplumsal farklılaşmanın alt tabakalarındaki hem başarısız hem de başarı
kazanma olanağından yoksun kimselere bir ümit kapısı bırakmadığını belirtir. Büyük bir
çoğunluk bu çatışmayı, egemen toplumsal değerlerle içindeki bulundukları gerçek durum
arasındaki karşıtlık ölçüsünde yaşamaktadır. Bu durumda herkes, üyesi bulunduğu grubun
normlarına uymakta, erişilmesi olanaksız görülen temel değerler ise ideal değerler olarak
algılanmaktadır. Ancak böyle bir tutum, bireyleri çoğu kez biçimci davranışlara sürükler.
Çatışmayı çok derin bir biçimde duyan bazı kimseler de uzaktaki bu değerlere ulaşmak için
yeni yollar ve buluşlar geliştirmeye çalışırlar. Çatışmadan kurtulmak isteyenler ise hem
toplumsal değerleri hem de grup normlarını reddederek bir tür gerileme veya kaçma
davranışını tercih ederler. Kaçmanın bir karşıtı olarak beliren isyan davranışında ise birey,
toplumun ve grubun değer ve normlarını kabul etmediği gibi, bu değer ve normları yenileriyle
değiştirerek başka bir toplumsal düzen yaratma amacını güder. Gerçekte bu mekanizmaların
hepsi, bireyin kendi durumuna ve özelliklerine göre toplumla farklı bir bütünleşme içinde
olabileceğini gösterir.
Anomi kavramının işaret ettiği ise sapmadan daha farklı bir toplumsallık durumudur.
Durkheim’in sıklıkla kullandığı Merton’un da ele aldığı anomi, normların geçerliliğini ve
yaptırım gücünü yitirmesi, değer ve normlar hiyerarşisinin bozulması ve değersel bir
kargaşanın topluma egemen olması gibi durumlarda ortaya çıkan normsuzluk hâlini ifade
eder. Başka bir anlatımla, kuralları geçerliliğini yitirmiş ve herkes tarafından benimsenecek
yeni kurallar yaratamamış bir toplumda, bireyleri toplumsal bütüne bağlayan bağların
kopması hâline anomi denir. Merton’a göre, toplumca tanımlanmış hedeflere ulaşmak için
tanımlanmamış davranışlara başvurulmasının zorunlu olduğu durumlarda toplumsal yapı ile
kültürel yapı arasında beliren uyuşmazlık, anomiye yol açmaktadır.3
Bu olguya dikkati çeken Durkheim’a göre anomi, hangi normu izleyeceklerini bilemez hâle
gelen bireylerin bütünleşmelerini giderek olanaksızlaştıran bir toplumsal düzensizlik
ortamıdır. Durkheim 1890’lı yılların anomisini şu şekilde tasvir etmektedir:
3 Tolan, s:247.
9 / 22
“Gerçekten, yaşam koşulları köklü olarak değiştiği için, insan gereksinimlerini düzenleyen
skalanın aynı kalması olanaksızdı. Çünkü bu skala, tüm üretici kategorilerin alması gereken
payı kabaca belirlemesi nedeniyle toplumsal olanaklara göre değişmektedir. Günümüzde bu
skalanın hiyerarşisi altüst olmuş bulunmaktadır. Ama öte yandan rasgele yeni bir hiyerarşi de
alınıp öncekinin yerine koyulamaz. İnsanların ve nesnelerin toplumsal bilinç tarafından
yeniden sınıflandırılması için belirli bir süre gerekecektir. Böylece başıboş kalan toplumsal
güçler yeni bir denge bulmadıkça her birinin değeri konusunda ortak bir yargıya
varılamayacak ve bu nedenle bir süre boyunca çok yönlü bir düzen boşluğu doğmuş olacaktır.
Bugün artık mümkün olanı ve olmayanı, doğruyu ve doğru olmayanı, hangi hak talep ve
özlemlerin meşru olduğunu, hangilerinin sınırı aştığını bilemeyecek bir durumdayız...
Böylece, yolunu şaşırmış bir düşünce ve değer sisteminin engelleyip bastıramadığı iştah dolu
arzular, kendilerini durdurması gereken sınırların nerede bulunduğunu bilemez hâle
gelmişlerdir. Tam böyle bir ortamda, yalnızca genel dinamizmlerinin niteliği gereği daha
yoğun olması bile onları doğal bir aşırı coşkunluk hâlinde bulundurmaya yetmektedir.
Refahın artması nedeniyle arzular da taşan bir coşkunluk içindedir. Bu istek ve arzulara
sunulan daha da vaat edici ödüller onları dürtmekte, daha zor beğenilir bir tutuma
sürüklemekte, geleneksel kuralların yetke ve gücünü yitirdiği bir dönemde tüm kurallar
karşısında daha da sabırsız kılmaktadır. Demek ki bu düzensizlik veya anomi hâli, ihtirasların,
daha güçlü bir disipline gereksinme duymaları gereken bir dönemde, aksine giderek sınır
tanımamaları nedeniyle daha da pekiştirilmiş olmaktadır...”4
Daha önce üzerinde durduğumuz gibi, Durkheim “Toplumsal İşbölümü ve İntihar” adlı
çalışmalarında anomiden söz etmiş ve anomik intiharı tanımlamıştır.
6.2. Yabancılaşma
Toplumlardaki anomi yani kuralsızlık hâlinden sözettikten sonra şimdi birbaşka konuyu
incelemeye geçeceğiz: Yabancılaşma. Yabancılaşmada tasvir edilen toplumsal ortam
anominin tasviri ile epeyce benzese de anomiden çok farklı bir çözümlemeye bizi
götürmektedir.
4 Tolan, s:248.
10 / 22
Tarihsel olarak bakıldığı zaman, XVIII. ve XIX. yy. düşünürleriyle birlikte yabancılaşma
kavramına gidecek yolun açıldığı görülmektedir. Spinoza, Hegel, Marx’dan bu yana, içinde
yaşanılan çağın katı, boş, amaçsız ve ruhsuz bir çağ olduğu teması vurgulanmıştır. Marx,
“Çağımızda hakikatin coşkusu, coşkuların da hakikati yok” demektedir. 5
Yabancılaşma kavramını ilk belirginleştiren Hegel olmuştur. Ona göre insanlık tarihi aynı
zamanda insanoğlunun yabancılaşmasının tarihidir. Hegel’de olduğu gibi Marx’da da
yabancılaşma kavramı, insan varlığının ve özünün ayrımı, insanın somut varlığının özüne
yabancılaşmış olduğu düşüncesi üzerine inşa edilmiştir.
Günümüzün insanı, sanayi devrimi ile başlayan ve her alana yayılan hızlı bir değişmenin
toplumsal ve ruhsal düzeyde yarattığı bunalımların köklü bir rahatsızlığa dönüştüğü bir
ortamda yaşamaktadır. Sanayi devrimi ile birlikte ortaya çıkan bu hızlı teknolojik değişme,
toplumsal kurumlarda, örgütlenme biçimlerinde, kültürel yapıda ve bunlara bağlı olarak değer
sistemlerinde de temel dönüşümlere yol açmıştır. Ancak bu dönüşümlere koşut olarak insanın
doğa ve diğer insanlar ve toplumla ilişkilerinde gözlenen bunalım ve hatta mutsuzluk hâli
giderek önem kazanmakta, maddi refahın tek başına yeterli olamayacağı düşüncesi
yaygınlaşmaktadır. Bu çağdaş bunalım, çeşitli farklılıkları olmasına rağmen her toplumda
varlığını duyurmaktadır.
Çağdaş toplumlarda yaşanan bunalımın ilk izlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte, sorunun özü
kavranmaya çalışılmış, yapısal, felsefi ve tarihsel çözümlemelere girişilmiş ve bazı
çözümlemeler yapılmıştır.
Marx’a6 göre insanlık tarihi, insan varlığının giderek gelişmesi ama aynı zamanda giderek
yabancılaşması anlamına gelmektedir. Yabancılaşmış insan dış dünyayı ve kendi varlığını,
5 Tolan, Barlas (1981). Çağdaş Toplumun Bunalımı Yabancılaşma ve Anomi. Ankara: Ankara İktisadi ve Ticari İlimler
Akademisi Yayınları, s:144.
6 1818-1883 yılları arasında yaşayan Karl Marx, bilindiği gibi Alman toplum kuramcısıdır. 5 Mayıs 1818 de o
zamanlar Prusya’da olan Tréves’te doğar. Bonn Üniversitesinde hukuk okur. 1841’de Iena Üniversitesi Felsefe
Fakültesinde doktorasını alır. 1847’de “Felsefenin Sefaleti”ni, 1848’de “Komünist Manifestosu”nu, 1859’da
“Ekonomi Politiğin Eleştirisi”ni, 1867’de “Kapital”in birinci kitabı yayınlanır. 1883’de ölür. 1885’de
“Kapital”in ikinci kitabı, 1894’de ise “Kapital”in üçüncü kitabı Engels tarafından yayınlanır. Marx kuramını
oluştururken İngiliz iktisatçıların (Adam Smith, David Ricardo ve James Mill) çalışmalarından etkilenmiştir.
11 / 22
nesnesinden farklılaşmış özne gibi pasif olarak seyretmekle yetinir. Marx’a göre ise bunalım
meta toplumunun kapitalist sistem içerisinde hızla evrimleşmesiyle değişim değerinin
kullanım değeri7 üzerinde giderek büyüyen bir egemenlik kurmasından ve bunun sonucunda,
insanın ürününe, emeğine, topluma ve kendi varlığına yabancılaşması, bunları kontrol etme
gücünü yitirmesinden kaynaklanmaktadır.
Marx’ın yabancılaşma kuramı içinde üzerinde durulması gereken emeğin yabancılaşması
olgusudur. Marx için emek ve iş bölümü, yabancılaşmanın birer göstergesi olmaktadır.
Emek, insan doğa ile ilişkisi yani elle, zihin veya sanatsal faaliyetler yoluyla kendisini
gerçekleştirdiği yeni bir evren yaratmasıdır. Ancak özel mülkiyet ve iş bölümü geliştiği
ölçüde, emeğin başlangıçta insan gücünü ifade etmek ve dışsallaştırmak olan temel niteliğini
yitirdiğini görüyoruz. Marx, “emeğin ürettiği nesne yani emeğin ürünü, emeğin karşısında
yabancı bir şey, kendini üretenden bağımsız bir güç olarak dikilir. Emeğin ürünü bir nesneye
aktarılmış, maddeleşmiş demektir; emeğin nesneleştirilmesidir” der. Emek artık işçinin
doğasının bir parçası olmaktan çıktığı için yabancılaşmış bulunmaktadır. Yani çalışma işçinin
dışındadır, onun özsel varlığına ait değildir. Bu nedenle çalışırken kendini olumlu görmez,
mutsuzdur, fiziksel ve zihni enerjisini serbestçe geliştirmez; bedenini harcar ve zihnini yok
eder. Onun için işçi ancak çalışma dışında kendine gelir. Çalışması gönüllü değil, zorlamadır.8
Böylece işçi üretim eyleminde kendi faaliyetiyle olan ilişkisini, kendisine ait olmayan yabancı
bir şey, edilgin ve isteksiz bir çaba, kendini yitirmiş bir güç olarak duymakta ve
algılamaktadır. İnsan kendi özüne yabancılaşırken emeğin ürünü insan üzerinde üstünlük
sağlayan “yabancı bir şey hâline dönüşmektedir. Bu ilişki aynı zamanda dışsal ve düşman bir
biçimde onun karşısında yer alan bir ilişki niteliğindedir.” Marx burada özellikle iki noktayı
vurguluyor. Bir yandan, insanın işinde ve özellikle kapitalist sistemdeki üretimde yaratıcı
gücünü kullanmasının engellenmesi, diğer yandan da üretici eyleminin, emeğin ürünleri olan
1844’de “İktisadi ve Felsefi Elyazmaları”nı yazar. Bu metin genelde yabancılaşma kavramını ortaya koymasıyla
bilinmektedir.
7 Metaların üreticiler tarafından doğrudan kullanılmasının karşısında mübadele –değişim- için üretilmesi
anlatılmaktadır. Yani kullanım değeri değişim değerine dönüşmektedir ki bu durum üretim ilişkilerindeki
değişikliğin sonucudur. Geleneksel çerçevede bakıldığında eskiden geçim amacıyla kullanılan mal ve
hizmetlerin artık pazarda alınıp satılması sürecini anlatmaktadır. Marx’a göre, kullanım değeri bir nesnenin
yararlılığıyla ilgili bir yargıyı gösterirken değişim değeri aynı nesnenin pazardaki değişim sonucunda bulacağı
karşılıktır.
8 Tolan. Anomi ve Yabancılaşma, s:145.
12 / 22
nesnelerin onun dışında ve ondan bağımsız bir varlık oluşturmaları... Yani artık işçinin varlığı
üretime bağlıdır; ama üretim işçi için yapılmamaktadır.
Çağdaş üretim sürecinde emeğin yabancılaşması, üretimin ağırlıkla elle gerçekleştirildiği
geleneksel imalathanelere oranla çok daha yüksek düzeydedir. El emeğine dayanan
zanaatlarda işçi bir aletten yararlanır; fabrikada ise makine ondan yararlanır. Birincisinde iş
aletlerini kullanan odur; diğerinde ise makinelerin hareketini izlemek zorundadır. El emeğine
dayanan işlerde işçi canlı bir mekanizmanın yaşayan bir parçasıdır. Oysa fabrikada hayatiyeti
olmayan ve işçiden neredeyse bağımsız bir mekanizma ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu
durumda işçi mekanizmanın eklentisi ve ikincil bir çarkından farksızlaşmış bulunmaktadır.
Burada Marx’ın söz ettiği, özellikle işçinin ekonomik sömürüsü, nihai paylaşımdaki payının
düşüklüğü veya tümüyle ona ait olması gereken bu payın sermaye sahibine gitmesi değildir.
Onun öncelik verdiği husus, insanı onu şey hâline indirgeyen ve şeylerin kölesi kılan belirli
bir üretim biçiminden kurtarmaktır. Düşüncesinin özünde insanın kurtuluşu yatmaktadır.
Marx’ın kapitalist toplumu eleştirisi, gelir dağılımı üzerinde değil, üretim biçimi, insan
kişiliğinin yok edilmesi ve insanın köleleşmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır.9
Bununla beraber Marx, insanlık tarihinde her zaman varolmuş olan emeğin yabancılaşması
olayının, kapitalist toplumda en uç noktasına ulaştığını ve işçi sınıfının diğer sınıflardan daha
fazla yabancılaşmış olduğunu da vurgulamaktadır. Bu yargının dayandığı temel, işçinin
üretimin örgütlenmesi, planlanması ve kontrolünde hiçbir etkisi olmaması ve bir makine
niteliğinde değerlendirilerek istihdam edilmesi nedeniyle sermayeye bağımlı bir “şey”e
dönüştürülmüş olması düşüncesidir. Marx’a göre, “yabancılaşmış emeğin özel mülkiyetle
ilişkisinden çıkan bir başka sonuç da toplumun özel mülkiyetten, kölelikten kurtulmasının,
işçilerin kurtulması gibi politik bir biçimde ifadesini bulmasıdır. Bunun böyle olması, yalnız
onların kurtuluşunun önemli oluşundan değil, işçilerin kurtuluşunun evrensel insanlığın
kurtuluşunu içermesinden ileri gelmektedir. İşçilerin kurtuluşu insanlığın kurtuluşunu içerir;
çünkü işçinin üretimle ilişkisinde insanın köleliğinin bütünü vardır ve köleliğin her ilişkisi bu
ilişkinin yalnızca biraz değişik bir şekli ve sonucudur.10
9 Tolan, Anomi ve Yabancılaşma, s:146.
10 Tolan, s:146-147.
13 / 22
Burada Marx’ın amacı sadece işçi sınıfının kurtuluşu ile sınırlanmamıştır. Temelde onun için
önemli olan, genel olarak insan varlığının kendisini çerçeveleyen yapay koşulları kırarak
kurtuluşa ulaşmasıdır. İnsan varlığı özgür ve yabancılaşmamış üreticiliğine dönmeli ve nihai
amacı, nesne üretimi değil, bütün yönleriyle gelişmiş ve kendini bulmuş bir insan olan yeni
bir toplum yaratmalıdır.
Marx emeğin yabancılaşmış ürününü şöyle tanımlar: Kapitalist üretim biçimi, insanlar
arasındaki ilişkileri şeyler arasındaki ilişkilere dönüştürmekte ve bu dönüşüm kapitalist üretim
sürecinde metanın doğasını, temel niteliğini oluşturmaktadır. Oysa maddi zenginliğin,
çalışanların gelişmesine yönelik gereksinimleri tatmin etmek için varolması gerekir. Fakat
mevcut üretim biçiminde işçi yalnızca varolan değerlerin genişlemesi için bir araçtır; işçiyi
böyle bir amaca yönelik bir araç olarak düşünen bir üretim biçiminden zaten başka bir şey de
beklenemez.
Marx için yabancılaşmış emek, insan özünün ve doğanın yabancılaşmasından ayrı
düşünülemez. Ona göre “insan kendi emeğinin ürününe, hayat etkinliğine, türsel varlığına
yabancılaşma olgusunun dolaysız bir sonucu, insanın insana yabancılaşmasıdır. İnsan nasıl
kendi kendisiyle karşı karşıya geliyorsa, öteki insanla da karşı karşıya gelmektedir. İnsanın
işiyle, emeğinin ürünüyle ve kendisiyle ilişkisi için geçerli olan, insanın öbür insanla ilişkisi,
öbür insanın emeği ve emeğinin nesnesi için de geçerlidir. Aslında, insanın türsel özelliğinin
kendisine yabancılaştırıldığı önermesi, bir insanın öbürüne ve her ikisinin de insanın öz
doğasına yabancılaştırıldığı anlamına gelir. Yabancılaşmış insan yalnızca diğer insanlarla
yabancılaşmış bir insan da değildir. Doğası, ruhu ve özünden soyutlanmış türsel varlığına da
yabancılaşmıştır.11
Marx’ın üzerinde durduğu bir başka konu, “insan isteklerinin ve ilişkilerinin yabancılaşan
anlamı”dır. Marx yabancılaşmış bir evrende insan gereksinmelerinin neler doğurabileceğini,
böyle bir gereksinme anlayışından hareketle nerelere varılabileceğini anlamış ve bugünkü
çağdaş toplumun yaşadığı aşırı tüketim yabancılaşmasını, insanın gerçek ve sahte
gereksinmeleri arasındaki ayrımı öngörebilmiştir. Marx’a göre, paraya gereksinme modern
iktisadi sistemin yarattığı tek gereksinmedir. Paranın niceliği, giderek paranın tek etkili
11 Tolan, s:1478-149.
14 / 22
yüklemi olur. Her şeyi soyut şekline indirgediği gibi, kendi hareketi sırasında kendini de
yalnızca niceliksel bir şeye indirger. Aşırılık ve ölçüsüzlük gerçek norm olur.
Yabancılaşmış gereksinmelerin öznesi, hatta kölesi durumuna indirgenen insan, artık zihinsel
ve fiziksel bakımdan tüm insani yeteneklerinden yoksun kılınmış olur. Kendi bilincinde ve
kendi kendine etkin olan bir metadan farksızlaşır. Bu meta, insanın dış dünya ile ilişki
kurması ancak ona veya onun öğelerine sahip olması, onu kullanması, onu tüketmesi yoluyla
gerçekleşebilmektedir. Yabancılaşmanın ölçeği büyüdüğü oranda, insanın dış dünya ile
kurduğu ilişki giderek daha yüksek bir düzeyde ondan yararlanma amacına yönelik
olmaktadır. Marx bunu şöyle açıklıyor: “Ne kadar az yer içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa,
meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler,
resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; güvelerin ve tozun yok
edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan, o kadar çoğa sahip olursun;
kendi öz yaşamını dile getirmenle dışsallaşmış yaşamını dile getirmen ters orantılıdır;
yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.”12
Yabancılaşmanın bir göstergesi olarak Marx’ın vurguladığı bir başka kavram ise meta
fetişizmidir. Yaratıcı emeğin yabancılaşmasından söz ederken, onun ürününe yabancılaşması
sürecini vurgular. Bu yabancılaşma, şeylerin kullanım değeri yerine, değişim değeri ile ifade
edilir olmasında yani malların metalaşma sürecinde yatmaktadır. Mal insanların doğrudan
doğruya gereksinmeleri için ürettiği şey olarak düşünülmelidir. Asıl niteliği kullanılmak,
yararlanılmak ve bunun için de tüketilmek olan şey, belli bir toplumsal yapıda bu niteliğinden
ayrılıp başka bir amaca yönelmektedir. Her şeyin mübadele alanına girdiği ve alım-satım
nesnesi olduğu kapitalizmde bu temel değer yani kullanım değeri para ölçütüne göre
değerlendirilir. Mallar ve insanın temel özelliği olan emek dâhil tüm şeylerin parasal ilişkiler
aracılığıyla nesneleşmesi, doğrudan insanların kullanımı yerine değişimin temel amaç olması,
Marx için yabancılaşmanın bir görünümüdür. Yani bu anlamda yabancılaşma kullanım
değerinin yerini değişim değerinin almasıdır. Marx, kapitalist toplumda değişim değerinin
kullanım değeri üzerindeki egemenliğini ve parasal ilişkilerin yüceltilmesi yoluyla insani
ilişkilerin ve kullanmadan doğan yararın yok olması olgusunu meta fetişizmi olarak
nitelemektedir.13
12 Tolan, s:150-152.
13 Tolan, s:152-155.
15 / 22
Marx’dan sonra da yabancılaşmanın üzerinde durulduğunu görürüz. Marx, en yabancılaşmış
toplumsal sınıfın işçi sınıfı olduğunu savunmuş, yabancılaşmanın insanların büyük
çoğunluğunun ortak yazgısı hâline gelecek ölçüde yaygınlaşacağını öngörmemişti.
XX. yüzyıla gelindiğinde oranı giderek artan bir insan kitlesi, makinalardan çok simgeleri ve
insanları kullanmaya, onlarla uğraşmaya başladı. Erich Fromm’a (1900-1980) göre, “küçük
veya büyük memur, satıcı, esnaf veya tüccar, özellikle hizmetler sektöründe çalışanların
hemen hepsi, bugün nitelikli işçiden çok daha büyük bir yabancılaşma içinde yaşamaktadır.
Nitelikli işçinin işlevleri bugün dahi yetenek, beceri ve iş ahlakı gibi kişisel niteliklere
bağımlıdır; kişiliğini, gülümseyişini ve hele hele inançlarını satmak zorunda değildir.
Diğerlerinin varlığı ise becerilerinin yanı sıra, uysal, ılımlı ve istenilen doğrultuda
kullanılabilir olmalarından ileri gelmektedir. Ancak tüketim açısından, özellikle bürokrasinin
çeşitli kesimleri ile el emeğiyle çalışan düz işçiler arasında pek büyük bir fark
bulunmamaktadır. Hepsi şeyleri, sahip olmak ve kullanmak istedikleri yeni, sonra daha da
yeni şeyleri arzulamaktadırlar. Bu hâlleriyle şeyler karşısında bütünüyle edilgin, zincire
vurulmuş tüketiciler kitlesini oluştururlar ve yapay arzularını doyuran ama doyurduğu oranda
doyumdan uzaklaştıran nesnelerin kölesi olmuşlardır. Üretken evrenle hiçbir ilişkileri
bulunmamaktadır. Şeylere ve şeyleri üreten makinalara taparlar ve bu yabancılaşmış dünyada
kendilerini bir tuhaf ve tecrit edilmiş hissederler.14
Günümüzde her toplum ödenmesi gereken insani bedele bakmazsızın, maddi gereksinimleri
ön plana çıkarmış ve bu amaçla mümkün olan en fazla maddi zenginliği gerçekleştirmeyi
amaç edinmiştir. Ancak bu maddi varlığın insan ilişkileri ve insanların ruhsal yapısı
üzerindeki etkilerine baktığımızda, suçluluk, alkolizm, ruh hastalıkları, uyuşturucu madde
kullanımı, çeşitli psikolojik ve sosyo-psikolojik rahatsızlıkların yanı sıra, sınıfsal farklılaşma
ve refahtan pay alma alanlarındaki toplumsal rahatsızlıların ne kadar yoğun olduğu
görülmektedir. İnsanların artan yalnızlığı, aşırı atomlaşma ve tecrit duygusu, birbirlerine olan
güvenin yok olması ve bunun sonucu gelişen bireycilik, kısacası insanların toplumsal yaşama
ilişkin olarak geliştirdikleri tüm tinsel ve insani değerlerin yitirilmesi ile maddi refahın koşut
olarak geliştiği bir gerçekliktir. Sonuçta maddi değerler maddi olamayan değerleri aşarak
tümüyle egemen olmaktadır.
14 Tolan, s:158-159.
16 / 22
İnsan, kendisini diğer canlılardan ayırt eden temel özellik olan yaratıcılığına ve bununla
birlikte toplumsal yaşamına ve oluşturduğu insani değerlere giderek tümüyle ters düşen ve
yabancılaştıran bu maddi refaha ve onun kaynaklandığı rasyonalizm ve prodüktivizm
ideolojisine başkaldırıp eleştirmekten geri kalmaz. Buna karşı çıkma, toplumsal zamanın artan
hızından dolayı yeni kurallar ve değerler oluşturmayı engeller ve anomik ortamı hızlandırır.
Yaşamın her alanında kalıcılık ölüp, geçicilik egemen olmaya başlar. Diğer yandan bu
aşamada, insanın ürettiği nesneyle, diğer insanlarla, kendi emeği ve doğa ile bütünleşmesinin
koşulları, artan iş bölümü, teknokratik örgütlenme ve örgütsel karmaşıklık ortamında
gerçekleşememekte, yabancılaşma giderek kalıcı ve yoğun bir hâle dönüşmektedir. Refahın
çok tüketebilmekle özdeşleştiği ileri kapitalist ülkelerde amaç, mümkün olan en fazla metayı
pazara sürebilmek ve tüketilmesini sağlamaktır. Artan tüketimin amacı, insanların insani
özünü geliştirmeye yönelik olmaktan çok, onları düşünmekten, yaratmaktan alıkoyan ve
yabancılaştıran bir kısır döngü hâline gelir.
Rasyonalizm ve prodüktivizm ideolojisi, pazar koşulları içerisinde en fazla üretmeyi
amaçlayan bir toplumsal örgütlenme biçimi geliştirirken bu örgütlenme içerisinde insanlar,
yalnızca makinaların bir parçası ya da doğrudan bir üretim ama çoğunlukla tüketim aracı
niteliğine dönüşürler. Bir insanın en fazla tüketebilmek için her şeyi yapmasının olağan
olduğu bir toplumsal yapıda sınır, yalnızca diğer insanların bu özgürlüğünü yani tüketme
özgürlüğünü sınırlamamaktır. Böyle bir toplumda her şey tüketim boyutunda anlam kazanır.
Zaman, mekân, eğlence ve hatta cinsellik bile metalaşıp tüketilirken, bunların insani
içeriklerinden soyutlanarak pazarda satılan nesnelere ve anlamını yitirmiş etkinliklere
dönüştüğünü görürüz. Bu anlamda ileri kapitalist toplumun bireyi, her türlü yaratıcılıktan
uzak, tüm toplumsal değerlere yabancılaşmış ve tek kuralın daha fazla tüketmek olduğu
ortamda, temel hedef olarak tekdüzeliği içselleştirmek ve benimsemek durumunda
kalmaktadır.
Tekdüzeliğin dışındaki eylemler, yine özünden soyutlanmış arayışlardan ibarettir. Örneğin
spor, artık insanın fiziksel gelişmesini ve sağlıklı yaşamasını sağlayan bir eylem değil, onu
oyalamak ve vakit geçirtmek için dev örgütlerin tekeline aldığı bir meta alanı olmuştur.
Sanatsal yaratı, ancak pazardaki değişim değerine bağlı olarak bir anlam taşımaktadır. Müzik,
dev şirketlerin tek merkezde oluşturduğu beğeni standartlarını aşamazken, dinleyicinin
duygulanmasının derecesi aldığı uyuşturucu maddenin dozuna bağlı olabilmektedir.
17 / 22
Kadınlığın veya erkekliğin ölçütleri ve nitelikleri, tekelleşmiş moda evlerinin ve kozmetik
sanayiinin pazar savaşımında belirlenirken değişimin hızı da yüksek bir tüketim sağlamayı
amaçlamaktadır. Toplumsal başarı, her alanda yüksek tüketim ile özdeşleşirken, tüm insani
ilişkiler, sevgi, aşk, dostluk ticareti yapılabilen birer nesne olmuşlardır. Kapitalist toplum
tinsel hazları vurgulayarak, sonuçta aşkı, estetiği ve diğer duyguları da metalaştırmıştır. Belki
de cinsel özgürlük maskesi altında yapılmak istenen de budur.
Kapitalist pazarda bolluk ve tüketim, insanın doğa ve toplumla uyumlu yaşaması yerine,
kaynakların kötü kullanımına ve israfa yol açan bir kaosa neden olmaktadır. Böylece,
önlenemez hâle gelen ruhsal yorgunluk ve gerilim, giderek amaçsızlığı ve anlamsızlığı
egemen kılmaktadır. Maddi doyum sağlanmakta fakat ruhsal doyumda büyük bir boşluk
yaşanmaktadır. Yok olan birincil ilişkiler yani aile, akrabalık, komşuluk... ilişkileri başka
biçimlerde oluşturulan dernekler, klüpler, kurslar gibi kurumlarla dengelenmeye çalışılırken
ikili bir yabancılaşmaya düşülmektedir. Kişisel ilişkiler ve etkileşimin sıcak ve içten
geleneksel yapıları çözülürken, yerine konmaya çalışılanlar da etkili, yönlendirici ve kalıcı
olmamaktadır. Sonuçta bireylerin büyük bir bölümü için, rol sistemleri düzeyinde bir
kopukluk söz konusu olmaktadır. Bu kopukluk, kişiliğin neredeyse şizofrenik bir biçimde
parçalanmasına yol açmaktadır.15
Bu toplumsal koşulları eleştiren ve 1960’lı yıllarda adından çok söz ettiren Herbert
Marcuse’dir.16 Marcuse özel olarak yabancılaşmanın ve genel olarak ileri derecede
sanayileşmiş kapitalist toplumun sorunlarının aşılmasında, işçi sınıfından çok toplumdaki
marjinal kesimlere ağırlık verir. Bu bağlamda özellikle öğrencilerin, etnik azınlıkların, toplum
dışı kesimlerin toplumsal değişmedeki önemini vurgular. Marcuse’ye göre, ileri derecede
sanayileşmiş kapitalist toplumlarda işçilerden bir şey beklemek mümkün değildir.
Herbert Marcuse, üzerinde durduğu kısıtlayıcı ve baskıcı toplumu şöyle anlatmaktadır: “İleri
sanayi toplumunun en sinir edici yanlarından biri akıl dışılığın akılsal özelliğidir... Bu
15 Tolan, Toplumbilimlerine Giriş, s:296-298.
16 Herbert Marcuse 1898-1979 yılları arasında yaşamış Alman felsefecidir. Frankfurt Okulu’nun temsilcilerindedir.
Amerika’da yaşamış ve ömrünün sonuna kadar aktif siyasetin içinde kalmıştır. 1960’lı yıllarda, solcu öğrencilerin fikirleri
üzerinde güçlü etkisi olmuştur. Yazıları, felsefe ve kültürel eleştiri kadar siyaset ve estetikle, özellikle modern toplumların
totaliter eğilimleri diye nitelediği boyutuyla da ilgiliydi.
18 / 22
uygarlık üretiyor; bu uygarlık konforu arttırmaya ve yaymaya yeteneklidir; gereğinden fazla
olanı gereksinme hâline getirmeye, yıkımı yapıcı kılmaya yeteneklidir... İnsanlar birbirlerini
mallarıyla tanıyorlar; ruhlarını otomobillerinde, ses aygıtlarında, iki katlı evlerinde, mutfak
eşyalarında buluyorlar.”
Marcuse’ye göre, birey ve toplum arasındaki ilişkileri düzenleyen mekanizma, toplumsal
denetim hatta bir anlamda teknolojik bir denetimdir. Bu toplumsal denetimler o kadar
benimsenmiştir ki bireyin karşı koyucu güçleri de büyük ölçüde etkilenmektedir:
Yabancılaşan kişi, yabancılaşmış olan yaşamında özümlenmiştir. Tek bir boyut vardır artık;
bu tek boyut, her yerde her biçimdedir. Marcuse’de ilerleyen teknoloji, bireysel özgürlüğün
kısıtlanmasına yol açmakta, totaliter bir toplumun ilk görüntülerini sergilemektedir.
Marx için el emeğiyle ve fiziksel gücüyle çalışan ve bu emeği sermaye sahibi tarafından
sömürülen proletarya, nicel potansiyeli ve temel toplumsal haklardan yoksun bırakılmış
olması nedeniyle, tarihsel bir görevi yerine getirmeye hazırlanan, bu nedenle de yükselen bir
sınıftır. Oysa Marcuse’ye göre hızla gelişen otomasyon nedeniyle, el emeği giderek artan
oranlarda makinayla ikame edildiği gibi, makine daha da az iş gücüne gereksinme
duymaktadır. Teknoloji içinde, zamanını büyük ölçüde otomatik tepkilerle harcayan mekanik
iş, daima bütün yaşama yayılan bir uğraş, tüketici, sersemletici, insanlık dışı bir köleliktir. Bu
ustaca köleleştirme, sekretere, banka memuruna, her zaman baskı altında olan satıcıya,
televizyon spikerine uygulanan köleleştirmeden temelde farklı değildir.17 Standartlaştırma ve
tekdüzelik, üretici meslekle üretici olmayan meslekleri benzer kılar. Toplumsal iş bölümünün
öbür insani nesneleri gibi, işçiler de teknoloji toplumuyla bütünleşmektedirler. Dolayısıyla,
Marcuse’ye göre işçi sınıfı düzenin karşıtı değildir. Teknolojik ilerlemeye rağmen, insan
üretici düzenin boyunduruğu altına girmiştir. Kitle iletişim araçlarının da yardımıyla insan
tümüyle sömürgeleşmekte, tutum ve eylemleriyle dış dünya ile ilişkilerinin bilincine
varamayan ama toplumu yönetenlerin istediği şeyleri, istediği ölçüde, istediği yer ve zamanda
tüketen bir robot doğmaktadır. Marcuse’ye göre, teknolojik düzenlemenin egemen olduğu
toplum, sistemin muhafazası ve idamesine yönelik bütün öğe ve değerlerin bütünleşmesiyle,
kapalı ve güdümlü bir toplum hâline dönüşmektedir. İşçi sınıfının da karşı çıkma ve aşma
17 Burada 1883-1924 yılları arasında yaşamış olan Çek yazar Franz Kafka’nın satıcı Gregor Samsa’nın bir böceğe
dönüşmesini konu ettiği “Değişim” adlı romanını hatırlayalım.
19 / 22
gücünü yitirmesiyle silahsız kalmış bu toplum, böylece tek boyutlu toplum olarak
nitelenmektedir.18
Çağdaş toplumdaki yabancılaşmayı ele alan bir başka isim Charles Wright Mills’dir.19 Mills
de beyaz yakalılar hakkındaki yapıtında, hizmetler sektöründe çalışan, sayıları giderek
artmasına rağmen oluşturdukları toplumsal gücün bilincinde olmayan ücretlilerin yani büro
memurları, satıcılar gibi grupların özellikle yabancılaşma koşulları üzerinde durmaktadır.
Mills' e göre beyaz yakalıları tehdit eden tehlikeler aslında XX. yüzyılın bütün insanları için
ortak bir nitelik taşıyan tehlikelerdir. Çağımızda politikada, ekonomide, aile yaşamında,
dinsel yaşamda ve yaşantımızın tüm alan ve bölümlerinde, XVIII ve XIX. yüzyılların
sarsılmaz gerçekleri ya yıkılmış ya da çözülmüştür. Buna karşılık, çağdaş yaşamı
çerçeveleyen görenekleri belirginleştiren yeni toplumsal değerler görülmemektedir. Böylece
ne isyan etme ne de ümit etmek için bir şevk ve heyecanımız kalmadı. Yaşamımız yön
gösterici bir çizgiden yoksun bulunuyor. Vahşi bir çağın yeni bir ürünü olan beyaz yakalı,
kendisini doğuran ve kendisine karşı gittikçe daha fazla yabancılaştırmak için sarf edilen kitle
uygarlığını saymazsak, kendine özgü bir kültüre de sahip değildir. Kendisini güvenlik içinde
hissetmek için bağlar aramakta ancak hiç bir topluluk, hiç bir örgüt onun bu gereksinmesine
cevap verebilmek için oluştuğu izlenimini vermemektedir. Bu yalnızlığı onu, basın, sinema,
radyo, TV gibi ucuz halk kültürünün yapay ürünleri için bulunmaz bir müşteri hâline
getirmektedir. Elinden çok arzu ettiği ve hiçbir zaman sahip olamayacağı çok şey geçmesine
rağmen, kendisi bizzat yaratmamakta ve üretmemektedir. Bütün gün ve saatlerini hep
alışageldiği aynı işle doldurmak zorunda bulunduğundan, boş zamanlarını isteyerek ona
satılan düşük nitelikli yapay eğlencelere vermekle değerlendirmektedir. İşi onu sıkmakta,
eğlenceler onu sinirlendirmekte, bu kısır döngü ise onu tüketmektedir.
Kitle toplumunda özellikle kitle haberleşme araçlarının merkezileşmesini, bunun yanı sıra
insan yaşamındaki belirleyici ve etkileyici rolünün artmasını temel etkenlerin en önemlisi
olarak değerlendiren Mills, insanlar arasındaki birincil etkileşimin yok olmasını vurgular. Bu
da sonuçta bireyleri umutsuzluğa iter. Artık orta sınıfların en geniş toplumsal tabakaları
18 Tolan, Anomi ve Yabancılaşma, s:159-161.
19 C. Wright Millls 1916-1962 arasında yaşamıştır Amerikalı sosyologdur. En önemli çalışmaları 1950’lerde yayınlanmıştır.
Bunlar, Amerikan orta sınıfına ait bir çözümleme olan White Collar (1951) ile ABD’nin birbirine kenetlenen ve sürekliliğini
sağlayan bir elitler kümesi tarafından yönetildiğini iddia ettiği İktidar Seçkinleri’dir. (1956)
20 / 22
oluşturduğu bu tür toplumlarda, askerî, ekonomik ve siyasal seçkinlerden meydana gelen
oligarşiler insanları insanlara rağmen yönlendirebilmektedir.
Günümüzün etkin iktidar kuruluşları, sırasıyla dev şirketler, erişilmesi güç devlet aygıtı ve
ordudur. Bir yandan bunların bir yandan da ailesinin, küçük ve yakın toplulukların baskısı
altında kalan birey, kendini güvenceye kavuşturacak ve kendini güçlü hissetmesini sağlayacak
kuruluşlardan yoksundur. Bu nedenle kitle toplumunda birey için gerçekten canlı, gerçekten
anlam taşıyan bir siyasal mücadele olanağı kalmamıştır. Bugün, bu nitelikte bir siyasal
hayatın yerini tepeden yönetim almış, altlarda ise bir siyaset boşluğu meydana gelmiştir.
Görüldüğü gibi Mills, siyasal yabancılaşmadan hareket eder. Bu yabancılaşmanın altında
yatan etkenler olarak genellikle sosyolojik değişkenlerin önemi üzerinde durur. Ona göre
teknoloji ve bunun gerektirdiği örgütlenme biçimleri, kapitalist toplumda insanların
kendilerini geliştirebilmelerine, bu amaçla düşünce üretip bunları realize etmelerine olanak
tanımamaktadır.20
Bu derste anomi, sapma ve yabancılaşma konularının üzerinde durmamızın nedeni, geçen
derste bireyin toplumsal kontrol mekanizmaları ile toplumsal normları benimsemesini
anlatırken fazlaca uyumlu bir tablonun ortaya çıkmış olmasıdır. Oysa “birey ve toplum”dan
söz ettiğimiz bu derslerimizde, bireyin çeşitli nedenlerle toplumsalla yaşadığı buhrandan da
bahsetmemiz gerekmektedir. Tam bir uyumun olmadığını göstermek için işte bu iki
sosyolojik kavrama başvurduk.
20 Tolan, Anomi ve Yabancılaşma, s:161-164
21 / 22
ÇALIŞMA SORULARI
1. Anomi nedir?
2. Yabancılaşma nedir? Anomiden hangi açılardan farklılaşmaktadır?
3. Yabancılaşma zaman içinde nasıl farklılaşmıştır?
22 / 22
KAYNAKÇA
ARON, Raymond (1994). Sosyolojik Düşüncenin Evreleri. Ankara: Bilgi Yayınevi.
MARSHALL, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat.
TOLAN, Barlas (1981). Çağdaş Toplumun Bunalımı Yabancılaşma ve Anomi. Ankara:
Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları.
TOLAN, Barlas (1991). Toplum Bilimlerine Giriş. Ankara: Adım Yayınları.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)