16 Nisan 2014 Çarşamba

Küçük Gruplar Sosyolojisi Ders:2


2. SOSYOLOJİNİN TANIMLANMASI
Küçük Gruplar Sosyolojisi dersimizin ilk haftasında toplum tanımları üzerinde durduk.
Toplumu tanımlayabilmek için çok çeşitli faktörlerden söz edilebileceğini değişik yazarlardan
referanslar vererek gösterdik. Ders notlarımızın sonunda bizim için hangi unsurların
vurgulanması gerektiğini de belirttik.
Bu haftaki dersimize ise sosyolojiyi tanımlayarak başlayacağız. Daha sonra sosyolojinin
konusu ve dalları hakkında bilgi vererek devam edeceğiz.
Sosyolojinin bir XIX. yüzyıl bilimi olduğu bütün kaynaklarda karşımıza çıkar. Sosyoloji
sözlüğü ilk olarak 1830 yılında Fransa’da Comte tarafından kullanılmıştır. İngilizcede ilk
kullanılışı ise 1843’dür. Spencer 1876-1896 yılları arasında “Principles of Sociology” adlı üç
ciltlik eserini yayınlamıştır. Fransızcada Durkheim’ın, Almanca’da Weber’in çalışmalarıyla
birlikte XIX. yüzyıl biterken konumuz belirgin bir biçimde genişlemiştir.1
En kısa ifadesiyle sosyolojiyi toplumları inceleyen bilim dalı olarak tanımlayabiliriz. Terim
ilk kez XIX. yüzyılda karşımıza çıktığına göre; toplumlara ya da toplumsal sorunlara yönelik
ilgi XIX. yüzyılda mı ortaya çıkmıştır? İlk sorumuz olmalıdır.
Tarihte Auguste Comte’dan önce de insanlar toplum yapısı, sorunları ve çözüm yollarını
araştırmak ve çözmek için çaba harcamışlardır yani toplum üzerine düşünmüşlerdir. Doğan
Ergun’un ifadesi ile toplumsal gerçeği anlamaya, onun sorunlarını çözmeye, daha doğrusu bir
toplumsal yapı düzenlemeye yönelen, bugün toplumsal ya da siyasal felsefe ve hatta
toplumsal düşünce deyimleriyle adlandırdığımız düşünce biçiminin tarihi, insan düşüncesi
kadar eskidir. Çeşitli dönemlerde bu amaçlarla düşünen, çözüm yolları bulmaya çalışan çeşitli
kişiler olmuştur. Sosyolojik düşünceye katkıları ne olursa olsun ya da sosyolojik düşünceye
öncülük etmeleri dereceleri ne olursa olsun, bu kişiler sosyolog değildirler. Sosyolojinin
ortaya çıkışından önce insan ve topluma dair konular, felsefe, din metafizik ve ahlak içinde ya
da bunlar açısından düşünülüyor ve inceleniyordu. Bu bağlamda, Platon ve Aristoteles gibi İlk
Çağ filozoflarını, Batı Orta Çağ’ında toplumsal felsefe ile ilgilenen Aquinali Thomas’ı,
Doğu’da özellikle İbn Haldun’u sayabiliriz. Yeni Çağ düşünürleri Hobbes, Spinoza, Leibniz’i
ve sonraları karşımıza çıkan J.J. Rousseau, Voltaire, Diderot, Montesquieu da toplumsal
felsefe ile ilgilenen düşünürlerdir.
O hâlde insanların içinde yaşadıkları gruplar ve toplumlarla ilgili daima gözlemlerde
bulunduklarını, düşünceler ileri sürdüklerini kolaylıkla söyleyebiliriz. Farklı uygarlıklarda ve
dönemlerde, filozoflara ek olarak tarihçilerin, din adamlarının, hukukçuların yazılarında
sosyoloji için de anlamlı olacak düşüncelere rastlarız. Ancak bütün bu saydıklarımızın
eserlerinin ve düşüncelerinin ötesinde XIX. yy.da toplumu inceleyen yepyeni bir bilim
geliştirilmiştir. Bu gelişim ya da ürün, o döneme dek meydana gelmiş birikimin ötesinde
genel anlamda tarihi ve siyasi gelişmelerin de bir ürünü olarak nitelendirilebilir.
T.B. Bottomore, “Toplumbilim” başlıklı kitabında, sosyolojinin oluşumunu sağlayan
koşulların hem toplumsal hem de entelektüel koşullar olduğunu söylemektedir. Sosyolojinin
entelektüel öncülleri:
1. Siyaset felsefesi,
2. Tarih felsefesi,
3. Evrim konusundaki biyolojik teoriler,
4. Toplumsal koşullar hakkında inceleme ve araştırma yapmayı gerektiren toplumsal ve
siyasal reform hareketleri olarak dört noktada toplanabilir.2
XIX. yüzyılın ilk bölümünde Hegel ve Saint-Simon’un yazıları sayesinde tarih felsefesi
önemli bir entelektüel etkiye kavuşmuştur. Bu yazılar Marx ve Comte’un eserlerini etkilediği
gibi daha sonrasındaki sosyologlar üzerinde de etkili olmuştur. Bu arada, Comte öncesinde,
Saint-Simon’un sosyolojinin kurucusu olduğunu düşünen yazarlar da olduğunu eklemeden
geçmeyelim. Toplumu, siyasal topluluk ya da devletten ayrı bir kavram durumuna tarih
felsefecileri getirmiştir. Tarih felsefecileri toplumsal kurumları yaptıkları incelemelerde konu
olarak ele almışlardır. Böylece, devlet ile toplum arasındaki farklılık dile getirilmiştir.
Yine Bottomore’a göre bir başka önemli nokta, toplumsal ve siyasal reform hareketlerinin bir
sonucu olarak toplumsal araştırmanın ortaya çıkmasıdır. Toplumsal araştırmanın ortaya
çıkışında, doğa bilimlerinin yöntemlerinin de etkisi olmuştur. Doğa bilimlerinin yöntemlerinin
beşeri alanların incelenmesinde uygulamanın mümkün olacağı, beşeri olguların da
sınıflandırılabileceği ve ölçülebileceğine dair inanç güçlenmiştir. Bu çerçevede, yoksulluk
sorununa duyulan ilgi de önemlidir. Bu sorunun doğal ya da yaradılıştan gelen bir sorun
olmadığı, toplumsal bir sorun olduğu anlayışı ortaya çıkmıştır. Böylece alanda yapılan
araştırmaların ilk örnekleri de kurulmaya başlanmıştır.3
Bu noktada, yukarıda sosyolojinin öncüllerinden saydığımız entelektüel hareketleri de
etkilediğini söylediğimiz XVIII. ve XIX. yy.ın toplumsal koşullarını açıklamamız
gerekmektedir.
XVIII. ve XIX. yüzyılın toplumsal koşulları dediğimizde:
1. Sanayi devrimi ve
2. Fransız ihtilali anlaşılması gerekmektedir.
Bu iki toplumsal hareketin bir sonucu olarak sosyolojinin şekillendiğini söylemek
mümkündür. Hatta yaklaşık iki yüzyıllık zaman dilimi içinde meydana gelen çok kapsamlı
toplumsal değişmelerin günümüzde de devam eden hızlı toplumsal değişmelerin başlangıcı
olduğunu söylemek mümkündür. Batı Avrupa’dan kaynaklanan değişmeler giderek bütün
dünyayı etkilemiştir. Her iki toplumsal olay da toplumların yapısını eskisiyle
kıyaslanamayacak derecede kökten değiştirmiştir.
Sanayi devrimi, İngiltere’de XVIII. yüzyılın ikinci yarısından XIX. yüzyılın ilk yarısına
kadar süren dönemde gerçekleşen hızlı toplumsal, ekonomik, teknolojik ve demografik
değişiklikleri anlatmak üzere kullanılan bir terimdir. Sanayi devrimini belirleyen özellikler
konusunda genel bir çerçeve çizilmek istenirse ağırlıklı olarak kırsal ve tarım toplumundan,
giderek imalata ve endüstriye dayalı kentsel bir toplum hâline dönüşmesini ifade etmektedir.
Sanayi devrimi kavramı daima ilk sanayi ülkesi olan İngiltere’ye atıfla kullanılmaktadır.4
Öncesinde tabii ki başka toplumsal süreçler de olan (coğrafi keşifler ve sermaye birikimi gibi)
ve 1880-81 yılında Oxford Üniversitesinde ders veren Arnold Toynbee’nin “devrim” kavramı
çerçevesinde ele aldığı İngiliz sanayileşme tecrübesinin özellikleri birkaç başlıkta
incelenebilir.

Bunlar:
1. Modern bilim ve deneysel bilginin pazar için üretim sürecine geniş ve sistematik olarak
uygulanması,
2. Ekonomik faaliyetlerin aile içi veya mahalli kullanımlardan çok, ülke çapında ve
uluslararası pazarlar için üretime doğru bir uzmanlaşmaya yönelmesi,
3. Nüfusun kırsal kesimden kentlere göç etmesi,
4. Tipik üretim biriminin genişlemesi, şahsi olmaktan çıkması ve böylece aile ve akrabalık
ilişkilerine daha az, ortaklık ve kamu teşebbüslerine daha fazla dayalı hâle gelmesi,
5. İş gücünün temel mallar üretiminden mamul mallar ve hizmetler üretimine kayması,
6. Sermaye kaynaklarının daha yaygın ve yoğun olarak kullanılması,
7. Toprak dışındaki üretim araçlarının yani sermaye sahipliğinin ya da bu araçlarla ilişkinin
belirlediği yeni sosyal ve mesleki sınıfların doğmasıdır.5
Yukarıda saydığımız hususları değerlendirmeye çalışırsak; öncelikle sanayi devriminin bir
yönünün, bir dizi teknik yenilikler olduğunu söylememiz gerekmektedir. Seri üretim önemli
bir teknik yeniliktir. Aynı şekilde seri üretim için buhar gücünden faydalanılması, dönemi
karakterize eden koşullardan biridir. Bu teknik gelişmelere bağlı olarak buhar gücüyle çalışan
yeni makine türleri piyasaya sürülmüştür.
Teknik gelişmelerin tamamlanması demografik süreçlerle mümkün olmuştur. Yani, teknik
icatlar çok daha geniş çaplı birtakım sosyal ve ekonomik değişikliklerin bir parçasıydı.
Öncelikle çok büyük miktarda iş gücü kitle hâlinde kırsal alandan durmaksızın büyüyen
sanayi sektörüne göç etmeye başladı. Bu sürecin sonucu olarak tarımsal üretimde
makineleşmenin yaygınlaşması mümkün oldu. Dolayısıyla da bu süreç şehirlerin tarihte
görülmemiş bir ölçüde büyümesine de yol açtı. Bu süreçte önce üretimin küçük atölyelerde
yapıldığı bir aşama gerçekleşti sonra ise büyük sermayelerin oluşması ile birlikte fabrikalarda
üretimin yapıldığı aşama oluştu.
XIX. yy.dan önce şehirleşmenin en fazla olduğu toplumlarda bile şehir ve kasabalarda
yaşayanların nüfusun yüzde onunu geçmediği hesaplanmıştır. Modern ölçütlere göre sanayi
öncesi toplumlarındaki bütün kentler, nispeten ufak yerlerdi. XIV. yy. Londra’sının nüfusu
30.000, Floransa’nın nüfusu 90.000 olarak hesaplanmıştır. XIX. yy.a girerken Londra’nın
nüfusu 900.000 kişi ile bütün şehirleri geride bırakmıştır. Ancak ülke çapında bakıldığında
nüfusun sadece küçük bir azınlığı irili ufaklı kentlerde yaşıyordu. Yüzyıl sonra nüfusun
yaklaşık %40’ı nüfusu 100.000 ve daha büyük kentlerde oturuyordu. Nüfusun %60’ı ise
20.000 ve daha fazla olan kentlerde yaşıyordu.
Dünya Nüfusunun Kentlerde Yaşayan Yüzdesi
Yıllar 20.000 veya üzeri nüfusu olan kentler 100.000 veya üzeri nüfusu olan kentler
nüfusun yer değiştirmesi, buna bağlı olarak
ekonomide, üretim biçiminde, mekânın organizasyonunda, yaşam tarzlarında… ortaya çıkan
farklılaşmalar- toplumsal yapının ne denli köklü bir biçimde değiştiğini göstermektedir.
Konumuz sanayi devrimi sırasındaki nüfus hareketleri olduğu için, yukarıda1800-1900 yılları
arasındaki değişimi görmüş olduk. Burada günümüz dünya nüfusunun, kır-kent oranlarına
baktığımızda kentlerde yoğunlaştığını eklemekle yetinelim.
Üçüncü olarak taşımacılık konusunun altını çizmek gerekmektedir. XIX. yüzyılla birlikte
demiryolu sisteminin geliştirilmesi, malların hızla taşınmasına imkân sağlamıştır. Burada da
yani taşımacılıkta da buhar gücü kullanılmıştır. Taşımacılık, hem ham maddelerin çıkarılıp
fabrikalara taşınmasında hem sanayi ürünlerinin farklı bölgelere dağıtımında hem de
şehirlerin ihtiyaç duyduğu besin maddelerinin temin edilmesinde önemli bir rol oynamış hatta
gelişimini mümkün kılmıştır. Bu çerçevede, sömürgelerden ham maddelerin sağlanmasının ve
mamullerin hem ülke içinde hem de ülke dışında satılmasında da sömürgecilikle beraber
taşımacılığın önemli olduğunu ifade etmek gerekir.
Sanayi devriminin bir sonucu ve ilk dönem sosyolojinin tartıştığı temel konulardan biri olarak
iş bölümü ile uzmanlaşmadan ve sınıf çatışmasından da söz etmek gerekmektedir. Seri
üretim beraberinde, üretim sürecinin belli noktalarında uzmanlaşmış işçileri ortaya çıkardı. Bu
zinciri tamamlayan diğer halka sermaye sahibi olan yeni ve güçlü burjuvazidir.

Fransız ihtiali, önceki dönemlerin köylü isyanlarından tamamen farklıdır. 1789 Fransız
ihtilali hem kendine özgü bir olaylar dizisi hem de siyasal dönüşümlerin simgesidir. 1789
öncesindeki başkaldırılardaki istekler ya belirli kişileri iktidardan düşürmek ya da fiyat veya
vergilerde indirim sağlamak içindi ancak Fransız ihtilali sırasında slogan hâline gelen
özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi ideallerin gerçekleştirilmesi isteğiyle gelişen olaylarla toplum
düzenini alt üst olmuştur. Bu alt üst oluşun karmaşık ortamı ilk sosyologların düşüncelerini
geliştirmelerine uygun ortamı sağlamıştır.
Fransız ihtilalinin amacı Tocquville’in belirttigi gibi, Orta Çağ kalıntısı toplumsal kurumları
ortadan kaldırmaktı. Başka bir deyimle ihtilal, feodalizmden kapitalizme geçişi
yansıtmaktadır. İhtilalden önce Fransız toplumu imtiyazlı ve imtiyazsız çeşitli zümrelere
ayrılmıştı. Asiller ve kilise mensupları imtiyazlı bir zümre iken “Tiers Etat” adı verilen zümre
imtiyazsızdı. “Üçüncü sınıf” ya da halk olarak da adlandırılan tiers etatin içinde ticaret
yoluyla zenginleşen ve üretim araçlarına sahip olmaya başlayan burjuvalar, esnaf ve
zanaatkârlar, yoksul halk ve köylüler de bulunuyordu. O hâlde İhtilal öncesi Fransız toplumu
asiller, ruhban sınıfı ve üçüncü sınıftan (ya da halk) oluşuyordu.
Temel üretim aracı olan toprağın sahibi asiller ve kilise idi. Ruhban sınıfı örgütlü ve zengindi.
İmtiyaz sahibi ikinci sınıf olan asiller feodal hukuk gereği köylülerin ödemek zorunda
oldukları artı-ürünün geliriyle yaşıyorlardı ama eski güçlerini kaybetmişlerdi. Çünkü asillerin
ticaret ya da üretim yapma hakları yoktu. Üçüncü sınıf tiers etat deyimi ise XV. yüzyıldan
itibaren kullanılmıştır. Çalışan sınıfları ifade eden bu kesimin içine zamanla burjuvazi de
girmiştir. Köylüler ise feodalizmin çözüldüğü bu dönemde çeşitli yükümlülükler altında
ezilmeye devam etmektedirler. Yine bu dönemde, burjuvazi iktisadi olarak üstün olmasına
rağmen imtiyazlardan yoksundur. Vergiden muaf değildir. Devlet memuriyetine giremezlerdi.
Bunlara karşılık zenginliği ile sivrilmektedir.
Burjuva kelimenin de ifade ettiği gibi; kentte oturmaktadır, toprağa bağlı değildir, geçimini
ticaretle sağlamaktadır. XV. yüzyıldan sonra gelişmeye başlayan burjuvazi asiller sınıfına
girme çabasındadır. XVIII. yüzyılda, asillerin güç kaybetmesi, burjuvazinin güç kazanması
sürecinde, burjuvazi ile feodal toplum düzeninin sürmesinden yana olan asiller ve kilise
arasındaki uzlaşmazlık şiddetlenmiştir.

Öte yandan bu süreçte, akla öncelik tanıyan aydınlanma felsefesinin etkilerini de göz önünde
bulundurmak gerekmektedir. Hukuki imtiyazlar eleştiriliyor, evrensel insan mutluluğundan
söz ediliyor ve bunları sağlamak için mutlak monarşinin dayandığı feodal yapının ortadan
kaldırılması gerekiyordu. Bu sırada, Montesquieu’nun “Kanunların Ruhu” ve J.J.
Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” adlı eserleri etkili oluyordu. Ayrıca, feodal sisteme ve
kiliseye karşı çıkmış olan Voltaire’den, XVIII. yüzyıl Fransız burjuvazisinin aynası
niteliğinde olan Ansiklopediden de söz etmek gerekmektedir. 7
1789’da başlayan kanlı, karmaşık ve uzun yıllar süren siyasi ve toplumsal olaylar dizisini,
iktidarın güçlenen yeni toplumsal sınıf tarafından ele geçirilmesi olarak özetleyebiliriz.
Bottomore, 1750-1850 dönemini sosyolojinin tarih-öncesi olarak nitelendiriyor. Bu dönem,
Montesquieu’nun “Kanunların Ruhu”nu yayınlaması ile Comte, Spencer ve Marx’in ilk
yazılarını yayınladıkları tarihler arasındaki dönemdir. Ayrı bir bilim olarak sosyolojinin
oluştuğu dönem ise –yukarıdaki anlattığımız ortamda gelişerek- XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile
XX. yüzyılın ilk bölümüdür.
Bottomore, bu dönemin sosyolojisinin özelliklerini şöyle ifade ediyor:
1. İnsan toplumunun tarihinin ve toplumsal hayatın tümünü birden kapsamak istemektedir.
2. Önce tarih felsefesinin etkisiyle, ardından evrim konusundaki biyolojik teorinin bu etkiyi
pekiştirmesiyle toplumsal evrimin temel aşamalarını ve işleyişini açıklamaya çalışmaktadır.
3. Doğa bilimlerine benzer, pozitif bir bilim olarak kurulmaktadır.
4. Ardında yer alan önemli siyasal, ekonomik ve toplumsal süreçlerle bağlantılı olarak –
sanayi devrimi ve Fransız ihtilali- yeni sanayi toplumunun bilimi olmuştur.
5. Bilimsel olduğu kadar ideolojik bir karaktere de sahip olmuştur.8
Birinci dersimizde toplum sadece modern zamanlara özgü bir oluşum mudur? Sorusunu
sormuştuk. Bu soru sosyoloji için de geçerlidir. Wallerstein’in başkan olduğu komisyonun
hazırladığı raporda şu açıklamayı buluruz: “Sosyal bilim modern dünyaya ait bir girişimdir.
Kökleri, on altıncı yüzyıldan beri tam olgunluğa erişen, kuruluşunda onun da kendine düşeni
yaptığı ve parçası olduğu modern dünyada, gerçeklik hakkında, bir biçimde ampirik olarak
doğrulanan sistemli, dünyevi bilgi üretme çabasına dayanır.”9 Burada sosyal bilim olarak
geçen ifadeyi kuşkusuz sosyoloji olarak da değerlendirebiliriz.
XIX. yüzyılın entelektüel tarihine bilginin disiplinlere ayrılması ve meslekleşmesi yani yeni
bilgi üretmek üzere devamlılık gösteren kurumsal yapıların oluşturulması süreci damgasını
vurmuştur. Farklı disiplinlerin kurulma sürecinin ardında yatan varsayım, sistemli
araştırmanın gerçekliğin farklı alanlarında uzmanlaşılmasını gerektirdiği yolundaki inançtı ve
gerçeklik rasyonel olarak farklı bilgi kümelerine ayrıştırıldı. Bu tür bir rasyonel bölümleme,
etkin yani entelektüel olarak üretken olma vaadi taşıyordu. Doğa bilimleri kendilerine bir tür
özerk kurumsal hayat oluşturmak için üniversitenin canlanmasını beklememişlerdi. Daha
erken harekete geçebilmeleri ise hemen yararlanabilecek pratik sonuçlar elde etmeyi vaad
etmelerinin, sosyal ve siyasal destek bulmalarını kolaylaştırmasıyla açıklanabilir.10
Fransız ihtilali ile kültürel bir altüst oluş yaşanıyordu. Siyasal ve sosyal dönüşüm yönündeki
baskılar ivme ve meşruiyet kazanmıştı. Pek çok kişi çözümün halk egemenliğinin hızla norm
hâline geldiği bir dünyada, önlenemez görünen sosyal değişmeyi -kuşkusuz çapını sınırlı
tutma umuduyla- örgütlemek ve rasyonelleştirmekten geçtiğini savunuyordu. Eğer sosyal
değişim örgütlenecek ve rasyonelleştirilecekse daha önce onu incelemek ve değişmeye yön
veren kuralları anlamak gerekiyordu. Sonradan sosyal bilimler adını verdiğimiz çalışmaların
üniversitede yeri olması bir yana, bunlara ciddi bir sosyal ihtiyaç vardı. Üstelik yeni bir sosyal
düzenin istikrarlı bir biçimde kurulmasına çalışılacaksa söz konusu bilimin olabildiğince
kesin ( ya da pozitif) olmasında yarar vardı. Bu amaçla 19. yüzyılın ilk yarısında modern
sosyal bilimin temellerini atmaya girişenler, özellikle B. Britanya ve Fransa da taklit edilecek
model olarak gözlerini Newton fiziğine çevirdiler.
Örneğin Comte, siyasal endişelerini açıkça ortaya koymuştur. Yapmak istediği, Batı’yı,
Fransız ihtilalinden sonra gündeme gelen entelektüel anarşi yüzünden zorunlu bir yönetme
biçimi hâline gelen sistematik yolsuzluktan kurtarmaktır. Comte’a göre sosyal fizik,
(sosyoloji kelimesini ortaya atmadan önce, toplumu ve toplumsal olguları inceleyecek bilimi
toplumsal fizik olarak adlandırıyordu.) sosyal sorunların çözümünü uygun eğitim almış sınırlı
sayıda seçkin zekâya devrederek düzen ve ilerlemenin bağdaştırılmasını sağlayacaktı. Bu
yoldan yeni bir manevi güç oluşturularak devrim sonlandırılacaktı. Görüldüğü gibi, yeni
sosyal fiziğin teknokratik temeli ve sosyal işlevi açıktı.12
Sosyolojinin, içinden geçtiği tarihsel ve toplumsal süreçle nasıl bağlantılı olduğuna dair
açıklamamızı daha fazla uzatmayacağız. Ama şunları da eklemeden geçmememiz
gerekmektedir: XIX. yüzyıl ortalarından XX. yüzyılın başlarına kadar –Marx’ın, Weber’in ve
Durkheim’ın yapıtlarında- cesur kuramsal yaklaşımlar, sosyolojinin yöntemiyle ilgili keskin
önermeler ve toplumsal yapının temel öğeleri üstüne okkalı incelemeler görülmüş ve bunların
tümü birden sosyolojiyi sıkı bir bilimsel soruşturma biçimi olarak kurarak, ampirik toplumsal
araştırmaların büyük bir yayılım göstermesine yol açmıştır.13 Ayrıca, sosyolojide doğuşundan
bu yana sürekli bir birine paralel, birbiri eleştiren ret ve inkâr eden yaklaşımlar bir arada ve
zenginleşerek varolmuşlardır.14 İlk döneminin bu çok kapsamlı ve kuşatıcı, tarihi, iktisadı,
siyaseti de içeren nitelikteki tezleri, zamanla farklı yönelimlere doğru değişmiştir. Özellikle
Amerikan sosyolojisinde ve 1940 ve 1950’lerden sonra küçük, dar çerçeveli sorunlar üzerinde
uygulanan sosyolojik araştırma teknikleri geliştirilmeye başlanmıştır.
Sosyolojinin ortaya çıkışı hakkında bir çerçeve çizdikten sonra, şimdi sosyolojiyi
tanımlamaya çalışalım. Anthony Giddnes “Sosyoloji” başlıklı kitabında şöyle bir tanım
benimsemiştir: İnsanın toplum yaşamının, insan grupları ile toplumlarının bilimsel
incelemesidir. Sosyolojik incelemenin kapsamı sokakta bireyler arasında gerçekleşen
karşılaşmalardan küresel toplumsal süreçlere yayılacak kadar geniştir.15 Bu tanım, yukarıda
açıklamaya çalıştığımız sosyolojinin başlangıçtaki kuşatıcı tezlerden, dar çerçeveli
çalışmalara doğru değişimi gösteren ve birleştiren bir tanımdır. Devamında Giddens şöyle
demektedir: “Çoğumuz dünyayı, kendi yaşamımızın bildik özellikleri bakımından görürüz.
Sosyoloji, bizim neden olduğumuz gibi olduğumuz ve neden davranıyor olduğumuz gibi
davrandığımız hakkında, çok daha geniş bir bakış açısını benimsememiz gerektiğini ortaya
koymaktadır. Yaşamımızın ‘verilerinin’ tarihsel ve toplumsal güçler tarafından büyük ölçüde
belirlendiklerini öğretir. Bireysel yaşamlarımız, toplumsal yaşantılarımızın bağlamlarını
yansıttığı o ince ancak karmaşık ve esaslı yolları anlamak sosyolojik bakış açısı için
temeldir.”
Birinci hafta sizlere, toplumsalı gözlemlemek /fark etmek konusundan söz etmiştim. Şimdi de
son olarak bu konuyu yine Anthony Giddens’ın görüşlerinden yararlanarak açıklamaya
çalışalım. Sosyolojik olarak düşünmeyi öğrenmek yani daha geniş açıdan bakabilmek
imgelemin işlenmesidir. Sosyoloji ile uğraşmak, sadece bilgi edinmek olamaz. Bir sosyoloji
incelemesi Amerikalı sosyolog C. Wright Mills’in deyişiyle sosyolojik imgeleme bağlıdır.
Sosyolojik imgelem bizden, her şeyden önce, kendimizi gündelik yaşamlarımızın bildik
sıradanlığından, yeni bir bakışla uzaklaştırarak düşünmeyi gerektirir. Giddens kahve içme
eylemi üzerinden giderek düşüncelerini açıklamaya çalışır. Bu konuda sosyolojik olarak ne
söylenebilir?
İlk olarak kahvenin simgesel bir değer taşıdığı söylenebilir. Kahvenin törensel yönü, onu
tüketmekten daha önemlidir. Birçok Batılı için sabah kahve içmek, güne başlamak için ilk
adımdır. Ama gün boyu içilen kahvelerde amaç daha çok insanların bir araya gelmesi ve
sohbet etmesidir. Yani bir toplumsal etkileşim ve törensellik taşımaktadır. Giddens Batı’daki
alışkanlıklardan yola çıkarak bu örneği verse de Türk kahvesinin de benzer bir özelliği
olduğunu söyleyebiliriz. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” sözünden “kahve falına
kadar” deyim ve ritüellerimizi bu çerçeveye koyabiliriz.
Giddens ikinci olarak kahvenin beyin üzerindeki uyarıcı etkisinden söz eder. Pek çok kişi
kahveyi bu uyarıcı etkisi nedeniyle içmektedir. Uyarıcı ve alışkanlık yaratıcı etkisine rağmen,
uyuşturucular gibi yasaklanan değil çoğunlukla toplumun kabul ettiği bir maddedir. Ancak
kimi toplulukların kafeine karşı olduğu da bilinmektedir. Bu bir sosyolojik ilgi uyandırabilir.
Üçüncü nokta, kahveyi daha geniş bir çerçeveye yerleştirmektedir. Bir fincan kahve içen biri,
dünyanın bütününe yayılan karmaşık bir toplumsal ve ekonomik ilişkiler kümesinin içinde yer
almaktadır. Kahve, dünyadaki en zengin ve en yoksul bölgelerdeki insanları birbirine
bağlayan bir üründür. Bu nasıl bir bağdır? Sorusunun cevabı; Kahve yoksul ülkelerde üretilen
ve çoğunlukla zengin ülkelerde tüketilen bir maddedir. Çok önemli bir ticari değeri vardır.
Uluslararası ticarette petrolden sonra en değerli mal kahvedir. Üretiminden, içilmek üzere
bardağa girdiği ana dek işleyen uzun bir zincir vardır. Bu küresel çaptaki zincir sosyolojik bir
inceleme alanıdır.
Bir fincan kahvenin ardında tarih boyunca ortaya çıkmış toplumsal ve ekonomik gelişme
süreci dördüncü noktadır. Batı beslenme alışkanlıklarına, çay, muz, patates ve beyaz şeker
gibi bazı maddelerle birlikte 1800’lerin sonlarından itibaren girmiştir. Önce seçkinler arasında
moda olmuştur. Bugün içilen kahvenin tamamına yakını Güney Amerika ve Afrika’dan
gelmektedir. O hâlde kahvenin ardında sömürgecilik mirası vardır. Yine Türk kahvesi
açısından bakıldığında da başka bir tarihsel geçmiş buluruz. Orta Doğu kökeni ya da Osmanlı
İstanbul’undaki ilk kahvehanelerin açılması konuları Türk kahvesinin farklı boyutlarını
gösterir.
Beşincisi ise kahvenin küreselleşme, uluslararası ticaret, insan hakları ve çevrenin yok
edilmesi hakkındaki çağdaş tartışmaların merkezînde yer almasıdır. Kahve yaygınlaştıkça,
markalaşmış ve siyasallaşmıştır. Tüketicilerin hangi çeşit kahveyi içecekleri ve nereden satın
alacakları konusundaki seçimleri, yaşam biçimi tercihleri hâline gelmiştir. Organik kahve,
kafeinsiz kahve farklı tercihler olacağı gibi, gloabal kahve zincirlerine karşı çıkmak ve
bağımsız kahvehaneleri tercih etmek de farklı açıdan bir tercihi göstermektedir.17
Giddens’in “kahve” örneği bize sosyolojik düşünce ile ilgili iyi bir örnek oluşturabilir. Hatta
buradan yola çıkarak siz de sosyolojik düşünce pratiği yapabilirsiniz. Örneğin, dalgın dalgın
otobüste ya da tramvayda giderken camdan neleri görüyorsunuz? Aynı kahve örneğinde
olduğu gibi, örneğin camdan ilk gördüğünüz reklam panolarından hareket ederek derece
derece hangi farklı boyutlara ulaşabilirsiniz? Bu dersimizi bu çalışma ile bitirelim.
SONUÇ
Bu derste önce sosyolojiyi hazırlayan koşullar ve ardından ortaya çıkışında etken olan iki
tarihsel ve toplumsal süreç olan sanayi devrimi ve Fransız ihtilali üzerinde durduk. Dersimizi
sosyolojik düşünceyi tasvir ederek bitirdik.

ÇALIŞMA SORULARI
1. Fransız ihtilali hangi açıdan sosyolojinin ortaya çıkışında etkili olmuştur?
2. Sosyolojinin öncülleri hakkında neler düşünülebilir?
3. Sosyolojik düşünce nedir? Örneklerle açıklayınız?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder