16 Nisan 2014 Çarşamba

Küçük Gruplar Sosyolojisi Ders:6

6. ANOMİ VE YABANCILAŞMA
Geçen haftaki dersimizde bireyin toplumla nasıl bütünleştiğini açıklamak üzere Amerikalı
sosyologların toplumsal kontrol deyimine başvurdukları ifade ettik. Bu dersimizde ise şu
soruyu soralım: Bir toplumdaki tüm bireylerin varolan tüm normlara uymaları yani tam
uyumluluk hâli ya da tüm bireylerin kendilerini tamamen gerçekleştirmeleri durumu mümkün
müdür?
Bu derste, değer ve normlar hiyerarşisinin bozulması ve değersel bir kargaşanın topluma
egemen olması sürecini ifade eden anomi ile modern toplumlara egemen bir sorun olan
yabancılaşmanın üzerinde duracağız.
6.1. Anomi
Toplumlarda normların varlığı bir gerçek olduğu gibi normlara tam olarak uyulmaması da bir
gerçektir. Bireylerinin tüm normlara uyduğu, kınamadan ağır suçlara kadar hiçbir
kuralsızlığın meydana gelmediği bir toplumu hayal etmek mümkün değildir. Geçen derste
toplumdaki karşılığı farklı farklı olan norm çeşitlerinden söz etmiştik. Bu çeşitlilik içinde kimi
normları örneğin herkes doğru olarak kabul eder ama kimse uygulamayabilir. Her toplumda
insanlar, bu toplumda geçerli olan normlara çeşitli nedenlerle zaman zaman uymayabilirler.
Bu olguya genel anlamda sapma adı verilir. Sapma ve uyumluluk olguları birbirinin
karşıtıdır. Aslında hiçbir toplumsal sistem, bireyleri bütün normlara tamı tamına uymaya
zorlamaz. Her toplumsal sistem normlara uyumda bir hoşgörü ölçüsüne sahiptir. Ama burada
hoşgörüden söz ederken hangi tür normdan bahsettiğimiz yine çok önemlidir. Örneğin her
nerede olursanız olun, yalan söylememek şeklinde bir norm benimsenir. Bu dinlere göre
yanlıştır, ahlaksal olarak yanlıştır, aynı zamanda tabii ki hukuksal olarak da yanlıştır. Ama
yalan söz konusu olduğu zaman insanlar hemen beyaz yalanları da gündeme getirirler. Bu
örnekte beyaz yalan denilerek yalana karşı hoşgörünün geliştirildiği kolayca görürüz.
Hoşgörü düzeyi normun türüne göre değiştiği gibi, bireyin grup içerisinde yeniliğine veya
eskiliğine göre değişir. Gruba yeni dâhil olan işçinin, öğrencinin veya askerin gayretkeşliği,
herkesin bildiği bir olaydır. Bu gibi kişiler, grubun üyesi olduklarını kabul ettirebilmek ve
7 / 22
grup içindeki statülerini sağlamlaştırabilmek için, gayretkeş olmalarını gerektiğine inanırlar.
Bu olgu da aşırı uyumluluktur. Bu aşırı uyumluluğu açıklayan bir diğer neden de yeni
gelenlerin ilk aşamada normların yalnızca resmi veya kurumsallaşmış tanımını bilmeleri ve bu
normun uygulamadaki gerçek tanımını öğrenecek kadar grupsal deneyim yaşamamış
olmalarıdır.
Hoşgörü düzeyi bireyin grup içindeki mevki veya statüsüne göre de değişebilir. Örneğin, bir
din adamının işlediği günah, sıradan bir insanın işlediği günahtan farklı bir biçimde
değerlendirilir. Ya da tüm gözler yüksek düzeyde bir politikacının üzerinde olduğu için, bu
kişi kendi partisini herhangi bir üyesinden daha kolay eleştirebilir.1
Bireylerin tüm normlara uymamalarının sapma olarak adlandırıldığını söylemiştik.
Normlardan sapma farklı nedenlere dayanmaktadır. Bunlardan biri, bireyin herhangi bir
nedenle grubunun dışında veya uzağında kalması anlamındaki marjinalite olgusu, bir diğeri de
norm çatışması içinde bulunan bireyin normlardan birini uygulamak için, diğerlerine karşı
çıkmak zorunda kalmasıdır. Marjinalite çok çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir. Ancak
normların çiğnenmesi, genellikle normlar ve roller arasındaki çatışmadan doğar. Bireylerin
sahip oldukları roller, çeşitli yön ve düzeylerde birbiriyle çatışan normlar içerebilir. Çünkü
bireyler yaşantılarını sürdürürken çeşitli düzeylerde aidiyetlere sahiptirler. Bunun sonucunda
bireyin kendisi için öncelik ve önem taşıyan bir referans grubuna diğer gruplardan daha fazla
ilgi duyması, bu gruplardaki statüsünü marjinal bir duruma sokabilir. Örneğin, her fabrikada,
işverenin her zaman haklı olduğu, disipline uyulmadığı gibi işveren cephesinden görüşe sahip
olan işçiler vardır. İşveren ve yöneticilerle özdeşleşen bu gibi kimseler, genellikle dikey
toplumsal mobilite (yani iş yerinde yükselme) sürecinde bulunan işçilerdir. İşçi grubu içindeki
statüleri kendileri için artık marjinal bir nitelik taşımaktadır. Yani çalışma grubu içindeki
normlarla yöneticilerin normları çatışmaktadır. Üye olmak için özlem duyulan bir grubun
normlarını önceden benimseme ve uygulama açısından bu mekanizma, ön sosyalleşme olarak
tanımlanmaktadır.2
Bazı sapma biçimleri ise toplumun temel değerleri ile bireyin bu değerleri gerçekleştirmek
için sahip olduğu araçlar arasındaki uyuşmazlık veya çatışmalardan doğmaktadır. Robert
1 Tolan, Barlas (1991). Toplum Bilimlerine Giriş. Ankara: Adım Yayınları, s: 245-246.
2 Tolan, s:246-247.
8 / 22
Merton (1910-2003) sapmayı; toplumdaki kültürel amaçların ve bu amaçlara varmak için
toplumca önceden saptanmış yolların kabul edilmesi olarak tanımladığı uyumla karşıt olarak
ele almaktadır. Merton temel değer olarak ekonomik başarıyı vurgulayan Amerikan
toplumunun, toplumsal farklılaşmanın alt tabakalarındaki hem başarısız hem de başarı
kazanma olanağından yoksun kimselere bir ümit kapısı bırakmadığını belirtir. Büyük bir
çoğunluk bu çatışmayı, egemen toplumsal değerlerle içindeki bulundukları gerçek durum
arasındaki karşıtlık ölçüsünde yaşamaktadır. Bu durumda herkes, üyesi bulunduğu grubun
normlarına uymakta, erişilmesi olanaksız görülen temel değerler ise ideal değerler olarak
algılanmaktadır. Ancak böyle bir tutum, bireyleri çoğu kez biçimci davranışlara sürükler.
Çatışmayı çok derin bir biçimde duyan bazı kimseler de uzaktaki bu değerlere ulaşmak için
yeni yollar ve buluşlar geliştirmeye çalışırlar. Çatışmadan kurtulmak isteyenler ise hem
toplumsal değerleri hem de grup normlarını reddederek bir tür gerileme veya kaçma
davranışını tercih ederler. Kaçmanın bir karşıtı olarak beliren isyan davranışında ise birey,
toplumun ve grubun değer ve normlarını kabul etmediği gibi, bu değer ve normları yenileriyle
değiştirerek başka bir toplumsal düzen yaratma amacını güder. Gerçekte bu mekanizmaların
hepsi, bireyin kendi durumuna ve özelliklerine göre toplumla farklı bir bütünleşme içinde
olabileceğini gösterir.
Anomi kavramının işaret ettiği ise sapmadan daha farklı bir toplumsallık durumudur.
Durkheim’in sıklıkla kullandığı Merton’un da ele aldığı anomi, normların geçerliliğini ve
yaptırım gücünü yitirmesi, değer ve normlar hiyerarşisinin bozulması ve değersel bir
kargaşanın topluma egemen olması gibi durumlarda ortaya çıkan normsuzluk hâlini ifade
eder. Başka bir anlatımla, kuralları geçerliliğini yitirmiş ve herkes tarafından benimsenecek
yeni kurallar yaratamamış bir toplumda, bireyleri toplumsal bütüne bağlayan bağların
kopması hâline anomi denir. Merton’a göre, toplumca tanımlanmış hedeflere ulaşmak için
tanımlanmamış davranışlara başvurulmasının zorunlu olduğu durumlarda toplumsal yapı ile
kültürel yapı arasında beliren uyuşmazlık, anomiye yol açmaktadır.3
Bu olguya dikkati çeken Durkheim’a göre anomi, hangi normu izleyeceklerini bilemez hâle
gelen bireylerin bütünleşmelerini giderek olanaksızlaştıran bir toplumsal düzensizlik
ortamıdır. Durkheim 1890’lı yılların anomisini şu şekilde tasvir etmektedir:
3 Tolan, s:247.
9 / 22
“Gerçekten, yaşam koşulları köklü olarak değiştiği için, insan gereksinimlerini düzenleyen
skalanın aynı kalması olanaksızdı. Çünkü bu skala, tüm üretici kategorilerin alması gereken
payı kabaca belirlemesi nedeniyle toplumsal olanaklara göre değişmektedir. Günümüzde bu
skalanın hiyerarşisi altüst olmuş bulunmaktadır. Ama öte yandan rasgele yeni bir hiyerarşi de
alınıp öncekinin yerine koyulamaz. İnsanların ve nesnelerin toplumsal bilinç tarafından
yeniden sınıflandırılması için belirli bir süre gerekecektir. Böylece başıboş kalan toplumsal
güçler yeni bir denge bulmadıkça her birinin değeri konusunda ortak bir yargıya
varılamayacak ve bu nedenle bir süre boyunca çok yönlü bir düzen boşluğu doğmuş olacaktır.
Bugün artık mümkün olanı ve olmayanı, doğruyu ve doğru olmayanı, hangi hak talep ve
özlemlerin meşru olduğunu, hangilerinin sınırı aştığını bilemeyecek bir durumdayız...
Böylece, yolunu şaşırmış bir düşünce ve değer sisteminin engelleyip bastıramadığı iştah dolu
arzular, kendilerini durdurması gereken sınırların nerede bulunduğunu bilemez hâle
gelmişlerdir. Tam böyle bir ortamda, yalnızca genel dinamizmlerinin niteliği gereği daha
yoğun olması bile onları doğal bir aşırı coşkunluk hâlinde bulundurmaya yetmektedir.
Refahın artması nedeniyle arzular da taşan bir coşkunluk içindedir. Bu istek ve arzulara
sunulan daha da vaat edici ödüller onları dürtmekte, daha zor beğenilir bir tutuma
sürüklemekte, geleneksel kuralların yetke ve gücünü yitirdiği bir dönemde tüm kurallar
karşısında daha da sabırsız kılmaktadır. Demek ki bu düzensizlik veya anomi hâli, ihtirasların,
daha güçlü bir disipline gereksinme duymaları gereken bir dönemde, aksine giderek sınır
tanımamaları nedeniyle daha da pekiştirilmiş olmaktadır...”4
Daha önce üzerinde durduğumuz gibi, Durkheim “Toplumsal İşbölümü ve İntihar” adlı
çalışmalarında anomiden söz etmiş ve anomik intiharı tanımlamıştır.
6.2. Yabancılaşma
Toplumlardaki anomi yani kuralsızlık hâlinden sözettikten sonra şimdi birbaşka konuyu
incelemeye geçeceğiz: Yabancılaşma. Yabancılaşmada tasvir edilen toplumsal ortam
anominin tasviri ile epeyce benzese de anomiden çok farklı bir çözümlemeye bizi
götürmektedir.
4 Tolan, s:248.
10 / 22
Tarihsel olarak bakıldığı zaman, XVIII. ve XIX. yy. düşünürleriyle birlikte yabancılaşma
kavramına gidecek yolun açıldığı görülmektedir. Spinoza, Hegel, Marx’dan bu yana, içinde
yaşanılan çağın katı, boş, amaçsız ve ruhsuz bir çağ olduğu teması vurgulanmıştır. Marx,
“Çağımızda hakikatin coşkusu, coşkuların da hakikati yok” demektedir. 5
Yabancılaşma kavramını ilk belirginleştiren Hegel olmuştur. Ona göre insanlık tarihi aynı
zamanda insanoğlunun yabancılaşmasının tarihidir. Hegel’de olduğu gibi Marx’da da
yabancılaşma kavramı, insan varlığının ve özünün ayrımı, insanın somut varlığının özüne
yabancılaşmış olduğu düşüncesi üzerine inşa edilmiştir.
Günümüzün insanı, sanayi devrimi ile başlayan ve her alana yayılan hızlı bir değişmenin
toplumsal ve ruhsal düzeyde yarattığı bunalımların köklü bir rahatsızlığa dönüştüğü bir
ortamda yaşamaktadır. Sanayi devrimi ile birlikte ortaya çıkan bu hızlı teknolojik değişme,
toplumsal kurumlarda, örgütlenme biçimlerinde, kültürel yapıda ve bunlara bağlı olarak değer
sistemlerinde de temel dönüşümlere yol açmıştır. Ancak bu dönüşümlere koşut olarak insanın
doğa ve diğer insanlar ve toplumla ilişkilerinde gözlenen bunalım ve hatta mutsuzluk hâli
giderek önem kazanmakta, maddi refahın tek başına yeterli olamayacağı düşüncesi
yaygınlaşmaktadır. Bu çağdaş bunalım, çeşitli farklılıkları olmasına rağmen her toplumda
varlığını duyurmaktadır.
Çağdaş toplumlarda yaşanan bunalımın ilk izlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte, sorunun özü
kavranmaya çalışılmış, yapısal, felsefi ve tarihsel çözümlemelere girişilmiş ve bazı
çözümlemeler yapılmıştır.
Marx’a6 göre insanlık tarihi, insan varlığının giderek gelişmesi ama aynı zamanda giderek
yabancılaşması anlamına gelmektedir. Yabancılaşmış insan dış dünyayı ve kendi varlığını,
5 Tolan, Barlas (1981). Çağdaş Toplumun Bunalımı Yabancılaşma ve Anomi. Ankara: Ankara İktisadi ve Ticari İlimler
Akademisi Yayınları, s:144.
6 1818-1883 yılları arasında yaşayan Karl Marx, bilindiği gibi Alman toplum kuramcısıdır. 5 Mayıs 1818 de o
zamanlar Prusya’da olan Tréves’te doğar. Bonn Üniversitesinde hukuk okur. 1841’de Iena Üniversitesi Felsefe
Fakültesinde doktorasını alır. 1847’de “Felsefenin Sefaleti”ni, 1848’de “Komünist Manifestosu”nu, 1859’da
“Ekonomi Politiğin Eleştirisi”ni, 1867’de “Kapital”in birinci kitabı yayınlanır. 1883’de ölür. 1885’de
“Kapital”in ikinci kitabı, 1894’de ise “Kapital”in üçüncü kitabı Engels tarafından yayınlanır. Marx kuramını
oluştururken İngiliz iktisatçıların (Adam Smith, David Ricardo ve James Mill) çalışmalarından etkilenmiştir.
11 / 22
nesnesinden farklılaşmış özne gibi pasif olarak seyretmekle yetinir. Marx’a göre ise bunalım
meta toplumunun kapitalist sistem içerisinde hızla evrimleşmesiyle değişim değerinin
kullanım değeri7 üzerinde giderek büyüyen bir egemenlik kurmasından ve bunun sonucunda,
insanın ürününe, emeğine, topluma ve kendi varlığına yabancılaşması, bunları kontrol etme
gücünü yitirmesinden kaynaklanmaktadır.
Marx’ın yabancılaşma kuramı içinde üzerinde durulması gereken emeğin yabancılaşması
olgusudur. Marx için emek ve iş bölümü, yabancılaşmanın birer göstergesi olmaktadır.
Emek, insan doğa ile ilişkisi yani elle, zihin veya sanatsal faaliyetler yoluyla kendisini
gerçekleştirdiği yeni bir evren yaratmasıdır. Ancak özel mülkiyet ve iş bölümü geliştiği
ölçüde, emeğin başlangıçta insan gücünü ifade etmek ve dışsallaştırmak olan temel niteliğini
yitirdiğini görüyoruz. Marx, “emeğin ürettiği nesne yani emeğin ürünü, emeğin karşısında
yabancı bir şey, kendini üretenden bağımsız bir güç olarak dikilir. Emeğin ürünü bir nesneye
aktarılmış, maddeleşmiş demektir; emeğin nesneleştirilmesidir” der. Emek artık işçinin
doğasının bir parçası olmaktan çıktığı için yabancılaşmış bulunmaktadır. Yani çalışma işçinin
dışındadır, onun özsel varlığına ait değildir. Bu nedenle çalışırken kendini olumlu görmez,
mutsuzdur, fiziksel ve zihni enerjisini serbestçe geliştirmez; bedenini harcar ve zihnini yok
eder. Onun için işçi ancak çalışma dışında kendine gelir. Çalışması gönüllü değil, zorlamadır.8
Böylece işçi üretim eyleminde kendi faaliyetiyle olan ilişkisini, kendisine ait olmayan yabancı
bir şey, edilgin ve isteksiz bir çaba, kendini yitirmiş bir güç olarak duymakta ve
algılamaktadır. İnsan kendi özüne yabancılaşırken emeğin ürünü insan üzerinde üstünlük
sağlayan “yabancı bir şey hâline dönüşmektedir. Bu ilişki aynı zamanda dışsal ve düşman bir
biçimde onun karşısında yer alan bir ilişki niteliğindedir.” Marx burada özellikle iki noktayı
vurguluyor. Bir yandan, insanın işinde ve özellikle kapitalist sistemdeki üretimde yaratıcı
gücünü kullanmasının engellenmesi, diğer yandan da üretici eyleminin, emeğin ürünleri olan
1844’de “İktisadi ve Felsefi Elyazmaları”nı yazar. Bu metin genelde yabancılaşma kavramını ortaya koymasıyla
bilinmektedir.
7 Metaların üreticiler tarafından doğrudan kullanılmasının karşısında mübadele –değişim- için üretilmesi
anlatılmaktadır. Yani kullanım değeri değişim değerine dönüşmektedir ki bu durum üretim ilişkilerindeki
değişikliğin sonucudur. Geleneksel çerçevede bakıldığında eskiden geçim amacıyla kullanılan mal ve
hizmetlerin artık pazarda alınıp satılması sürecini anlatmaktadır. Marx’a göre, kullanım değeri bir nesnenin
yararlılığıyla ilgili bir yargıyı gösterirken değişim değeri aynı nesnenin pazardaki değişim sonucunda bulacağı
karşılıktır.
8 Tolan. Anomi ve Yabancılaşma, s:145.
12 / 22
nesnelerin onun dışında ve ondan bağımsız bir varlık oluşturmaları... Yani artık işçinin varlığı
üretime bağlıdır; ama üretim işçi için yapılmamaktadır.
Çağdaş üretim sürecinde emeğin yabancılaşması, üretimin ağırlıkla elle gerçekleştirildiği
geleneksel imalathanelere oranla çok daha yüksek düzeydedir. El emeğine dayanan
zanaatlarda işçi bir aletten yararlanır; fabrikada ise makine ondan yararlanır. Birincisinde iş
aletlerini kullanan odur; diğerinde ise makinelerin hareketini izlemek zorundadır. El emeğine
dayanan işlerde işçi canlı bir mekanizmanın yaşayan bir parçasıdır. Oysa fabrikada hayatiyeti
olmayan ve işçiden neredeyse bağımsız bir mekanizma ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu
durumda işçi mekanizmanın eklentisi ve ikincil bir çarkından farksızlaşmış bulunmaktadır.
Burada Marx’ın söz ettiği, özellikle işçinin ekonomik sömürüsü, nihai paylaşımdaki payının
düşüklüğü veya tümüyle ona ait olması gereken bu payın sermaye sahibine gitmesi değildir.
Onun öncelik verdiği husus, insanı onu şey hâline indirgeyen ve şeylerin kölesi kılan belirli
bir üretim biçiminden kurtarmaktır. Düşüncesinin özünde insanın kurtuluşu yatmaktadır.
Marx’ın kapitalist toplumu eleştirisi, gelir dağılımı üzerinde değil, üretim biçimi, insan
kişiliğinin yok edilmesi ve insanın köleleşmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır.9
Bununla beraber Marx, insanlık tarihinde her zaman varolmuş olan emeğin yabancılaşması
olayının, kapitalist toplumda en uç noktasına ulaştığını ve işçi sınıfının diğer sınıflardan daha
fazla yabancılaşmış olduğunu da vurgulamaktadır. Bu yargının dayandığı temel, işçinin
üretimin örgütlenmesi, planlanması ve kontrolünde hiçbir etkisi olmaması ve bir makine
niteliğinde değerlendirilerek istihdam edilmesi nedeniyle sermayeye bağımlı bir “şey”e
dönüştürülmüş olması düşüncesidir. Marx’a göre, “yabancılaşmış emeğin özel mülkiyetle
ilişkisinden çıkan bir başka sonuç da toplumun özel mülkiyetten, kölelikten kurtulmasının,
işçilerin kurtulması gibi politik bir biçimde ifadesini bulmasıdır. Bunun böyle olması, yalnız
onların kurtuluşunun önemli oluşundan değil, işçilerin kurtuluşunun evrensel insanlığın
kurtuluşunu içermesinden ileri gelmektedir. İşçilerin kurtuluşu insanlığın kurtuluşunu içerir;
çünkü işçinin üretimle ilişkisinde insanın köleliğinin bütünü vardır ve köleliğin her ilişkisi bu
ilişkinin yalnızca biraz değişik bir şekli ve sonucudur.10
9 Tolan, Anomi ve Yabancılaşma, s:146.
10 Tolan, s:146-147.
13 / 22
Burada Marx’ın amacı sadece işçi sınıfının kurtuluşu ile sınırlanmamıştır. Temelde onun için
önemli olan, genel olarak insan varlığının kendisini çerçeveleyen yapay koşulları kırarak
kurtuluşa ulaşmasıdır. İnsan varlığı özgür ve yabancılaşmamış üreticiliğine dönmeli ve nihai
amacı, nesne üretimi değil, bütün yönleriyle gelişmiş ve kendini bulmuş bir insan olan yeni
bir toplum yaratmalıdır.
Marx emeğin yabancılaşmış ürününü şöyle tanımlar: Kapitalist üretim biçimi, insanlar
arasındaki ilişkileri şeyler arasındaki ilişkilere dönüştürmekte ve bu dönüşüm kapitalist üretim
sürecinde metanın doğasını, temel niteliğini oluşturmaktadır. Oysa maddi zenginliğin,
çalışanların gelişmesine yönelik gereksinimleri tatmin etmek için varolması gerekir. Fakat
mevcut üretim biçiminde işçi yalnızca varolan değerlerin genişlemesi için bir araçtır; işçiyi
böyle bir amaca yönelik bir araç olarak düşünen bir üretim biçiminden zaten başka bir şey de
beklenemez.
Marx için yabancılaşmış emek, insan özünün ve doğanın yabancılaşmasından ayrı
düşünülemez. Ona göre “insan kendi emeğinin ürününe, hayat etkinliğine, türsel varlığına
yabancılaşma olgusunun dolaysız bir sonucu, insanın insana yabancılaşmasıdır. İnsan nasıl
kendi kendisiyle karşı karşıya geliyorsa, öteki insanla da karşı karşıya gelmektedir. İnsanın
işiyle, emeğinin ürünüyle ve kendisiyle ilişkisi için geçerli olan, insanın öbür insanla ilişkisi,
öbür insanın emeği ve emeğinin nesnesi için de geçerlidir. Aslında, insanın türsel özelliğinin
kendisine yabancılaştırıldığı önermesi, bir insanın öbürüne ve her ikisinin de insanın öz
doğasına yabancılaştırıldığı anlamına gelir. Yabancılaşmış insan yalnızca diğer insanlarla
yabancılaşmış bir insan da değildir. Doğası, ruhu ve özünden soyutlanmış türsel varlığına da
yabancılaşmıştır.11
Marx’ın üzerinde durduğu bir başka konu, “insan isteklerinin ve ilişkilerinin yabancılaşan
anlamı”dır. Marx yabancılaşmış bir evrende insan gereksinmelerinin neler doğurabileceğini,
böyle bir gereksinme anlayışından hareketle nerelere varılabileceğini anlamış ve bugünkü
çağdaş toplumun yaşadığı aşırı tüketim yabancılaşmasını, insanın gerçek ve sahte
gereksinmeleri arasındaki ayrımı öngörebilmiştir. Marx’a göre, paraya gereksinme modern
iktisadi sistemin yarattığı tek gereksinmedir. Paranın niceliği, giderek paranın tek etkili
11 Tolan, s:1478-149.
14 / 22
yüklemi olur. Her şeyi soyut şekline indirgediği gibi, kendi hareketi sırasında kendini de
yalnızca niceliksel bir şeye indirger. Aşırılık ve ölçüsüzlük gerçek norm olur.
Yabancılaşmış gereksinmelerin öznesi, hatta kölesi durumuna indirgenen insan, artık zihinsel
ve fiziksel bakımdan tüm insani yeteneklerinden yoksun kılınmış olur. Kendi bilincinde ve
kendi kendine etkin olan bir metadan farksızlaşır. Bu meta, insanın dış dünya ile ilişki
kurması ancak ona veya onun öğelerine sahip olması, onu kullanması, onu tüketmesi yoluyla
gerçekleşebilmektedir. Yabancılaşmanın ölçeği büyüdüğü oranda, insanın dış dünya ile
kurduğu ilişki giderek daha yüksek bir düzeyde ondan yararlanma amacına yönelik
olmaktadır. Marx bunu şöyle açıklıyor: “Ne kadar az yer içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa,
meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler,
resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; güvelerin ve tozun yok
edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan, o kadar çoğa sahip olursun;
kendi öz yaşamını dile getirmenle dışsallaşmış yaşamını dile getirmen ters orantılıdır;
yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.”12
Yabancılaşmanın bir göstergesi olarak Marx’ın vurguladığı bir başka kavram ise meta
fetişizmidir. Yaratıcı emeğin yabancılaşmasından söz ederken, onun ürününe yabancılaşması
sürecini vurgular. Bu yabancılaşma, şeylerin kullanım değeri yerine, değişim değeri ile ifade
edilir olmasında yani malların metalaşma sürecinde yatmaktadır. Mal insanların doğrudan
doğruya gereksinmeleri için ürettiği şey olarak düşünülmelidir. Asıl niteliği kullanılmak,
yararlanılmak ve bunun için de tüketilmek olan şey, belli bir toplumsal yapıda bu niteliğinden
ayrılıp başka bir amaca yönelmektedir. Her şeyin mübadele alanına girdiği ve alım-satım
nesnesi olduğu kapitalizmde bu temel değer yani kullanım değeri para ölçütüne göre
değerlendirilir. Mallar ve insanın temel özelliği olan emek dâhil tüm şeylerin parasal ilişkiler
aracılığıyla nesneleşmesi, doğrudan insanların kullanımı yerine değişimin temel amaç olması,
Marx için yabancılaşmanın bir görünümüdür. Yani bu anlamda yabancılaşma kullanım
değerinin yerini değişim değerinin almasıdır. Marx, kapitalist toplumda değişim değerinin
kullanım değeri üzerindeki egemenliğini ve parasal ilişkilerin yüceltilmesi yoluyla insani
ilişkilerin ve kullanmadan doğan yararın yok olması olgusunu meta fetişizmi olarak
nitelemektedir.13
12 Tolan, s:150-152.
13 Tolan, s:152-155.
15 / 22
Marx’dan sonra da yabancılaşmanın üzerinde durulduğunu görürüz. Marx, en yabancılaşmış
toplumsal sınıfın işçi sınıfı olduğunu savunmuş, yabancılaşmanın insanların büyük
çoğunluğunun ortak yazgısı hâline gelecek ölçüde yaygınlaşacağını öngörmemişti.
XX. yüzyıla gelindiğinde oranı giderek artan bir insan kitlesi, makinalardan çok simgeleri ve
insanları kullanmaya, onlarla uğraşmaya başladı. Erich Fromm’a (1900-1980) göre, “küçük
veya büyük memur, satıcı, esnaf veya tüccar, özellikle hizmetler sektöründe çalışanların
hemen hepsi, bugün nitelikli işçiden çok daha büyük bir yabancılaşma içinde yaşamaktadır.
Nitelikli işçinin işlevleri bugün dahi yetenek, beceri ve iş ahlakı gibi kişisel niteliklere
bağımlıdır; kişiliğini, gülümseyişini ve hele hele inançlarını satmak zorunda değildir.
Diğerlerinin varlığı ise becerilerinin yanı sıra, uysal, ılımlı ve istenilen doğrultuda
kullanılabilir olmalarından ileri gelmektedir. Ancak tüketim açısından, özellikle bürokrasinin
çeşitli kesimleri ile el emeğiyle çalışan düz işçiler arasında pek büyük bir fark
bulunmamaktadır. Hepsi şeyleri, sahip olmak ve kullanmak istedikleri yeni, sonra daha da
yeni şeyleri arzulamaktadırlar. Bu hâlleriyle şeyler karşısında bütünüyle edilgin, zincire
vurulmuş tüketiciler kitlesini oluştururlar ve yapay arzularını doyuran ama doyurduğu oranda
doyumdan uzaklaştıran nesnelerin kölesi olmuşlardır. Üretken evrenle hiçbir ilişkileri
bulunmamaktadır. Şeylere ve şeyleri üreten makinalara taparlar ve bu yabancılaşmış dünyada
kendilerini bir tuhaf ve tecrit edilmiş hissederler.14
Günümüzde her toplum ödenmesi gereken insani bedele bakmazsızın, maddi gereksinimleri
ön plana çıkarmış ve bu amaçla mümkün olan en fazla maddi zenginliği gerçekleştirmeyi
amaç edinmiştir. Ancak bu maddi varlığın insan ilişkileri ve insanların ruhsal yapısı
üzerindeki etkilerine baktığımızda, suçluluk, alkolizm, ruh hastalıkları, uyuşturucu madde
kullanımı, çeşitli psikolojik ve sosyo-psikolojik rahatsızlıkların yanı sıra, sınıfsal farklılaşma
ve refahtan pay alma alanlarındaki toplumsal rahatsızlıların ne kadar yoğun olduğu
görülmektedir. İnsanların artan yalnızlığı, aşırı atomlaşma ve tecrit duygusu, birbirlerine olan
güvenin yok olması ve bunun sonucu gelişen bireycilik, kısacası insanların toplumsal yaşama
ilişkin olarak geliştirdikleri tüm tinsel ve insani değerlerin yitirilmesi ile maddi refahın koşut
olarak geliştiği bir gerçekliktir. Sonuçta maddi değerler maddi olamayan değerleri aşarak
tümüyle egemen olmaktadır.
14 Tolan, s:158-159.
16 / 22
İnsan, kendisini diğer canlılardan ayırt eden temel özellik olan yaratıcılığına ve bununla
birlikte toplumsal yaşamına ve oluşturduğu insani değerlere giderek tümüyle ters düşen ve
yabancılaştıran bu maddi refaha ve onun kaynaklandığı rasyonalizm ve prodüktivizm
ideolojisine başkaldırıp eleştirmekten geri kalmaz. Buna karşı çıkma, toplumsal zamanın artan
hızından dolayı yeni kurallar ve değerler oluşturmayı engeller ve anomik ortamı hızlandırır.
Yaşamın her alanında kalıcılık ölüp, geçicilik egemen olmaya başlar. Diğer yandan bu
aşamada, insanın ürettiği nesneyle, diğer insanlarla, kendi emeği ve doğa ile bütünleşmesinin
koşulları, artan iş bölümü, teknokratik örgütlenme ve örgütsel karmaşıklık ortamında
gerçekleşememekte, yabancılaşma giderek kalıcı ve yoğun bir hâle dönüşmektedir. Refahın
çok tüketebilmekle özdeşleştiği ileri kapitalist ülkelerde amaç, mümkün olan en fazla metayı
pazara sürebilmek ve tüketilmesini sağlamaktır. Artan tüketimin amacı, insanların insani
özünü geliştirmeye yönelik olmaktan çok, onları düşünmekten, yaratmaktan alıkoyan ve
yabancılaştıran bir kısır döngü hâline gelir.
Rasyonalizm ve prodüktivizm ideolojisi, pazar koşulları içerisinde en fazla üretmeyi
amaçlayan bir toplumsal örgütlenme biçimi geliştirirken bu örgütlenme içerisinde insanlar,
yalnızca makinaların bir parçası ya da doğrudan bir üretim ama çoğunlukla tüketim aracı
niteliğine dönüşürler. Bir insanın en fazla tüketebilmek için her şeyi yapmasının olağan
olduğu bir toplumsal yapıda sınır, yalnızca diğer insanların bu özgürlüğünü yani tüketme
özgürlüğünü sınırlamamaktır. Böyle bir toplumda her şey tüketim boyutunda anlam kazanır.
Zaman, mekân, eğlence ve hatta cinsellik bile metalaşıp tüketilirken, bunların insani
içeriklerinden soyutlanarak pazarda satılan nesnelere ve anlamını yitirmiş etkinliklere
dönüştüğünü görürüz. Bu anlamda ileri kapitalist toplumun bireyi, her türlü yaratıcılıktan
uzak, tüm toplumsal değerlere yabancılaşmış ve tek kuralın daha fazla tüketmek olduğu
ortamda, temel hedef olarak tekdüzeliği içselleştirmek ve benimsemek durumunda
kalmaktadır.
Tekdüzeliğin dışındaki eylemler, yine özünden soyutlanmış arayışlardan ibarettir. Örneğin
spor, artık insanın fiziksel gelişmesini ve sağlıklı yaşamasını sağlayan bir eylem değil, onu
oyalamak ve vakit geçirtmek için dev örgütlerin tekeline aldığı bir meta alanı olmuştur.
Sanatsal yaratı, ancak pazardaki değişim değerine bağlı olarak bir anlam taşımaktadır. Müzik,
dev şirketlerin tek merkezde oluşturduğu beğeni standartlarını aşamazken, dinleyicinin
duygulanmasının derecesi aldığı uyuşturucu maddenin dozuna bağlı olabilmektedir.
17 / 22
Kadınlığın veya erkekliğin ölçütleri ve nitelikleri, tekelleşmiş moda evlerinin ve kozmetik
sanayiinin pazar savaşımında belirlenirken değişimin hızı da yüksek bir tüketim sağlamayı
amaçlamaktadır. Toplumsal başarı, her alanda yüksek tüketim ile özdeşleşirken, tüm insani
ilişkiler, sevgi, aşk, dostluk ticareti yapılabilen birer nesne olmuşlardır. Kapitalist toplum
tinsel hazları vurgulayarak, sonuçta aşkı, estetiği ve diğer duyguları da metalaştırmıştır. Belki
de cinsel özgürlük maskesi altında yapılmak istenen de budur.
Kapitalist pazarda bolluk ve tüketim, insanın doğa ve toplumla uyumlu yaşaması yerine,
kaynakların kötü kullanımına ve israfa yol açan bir kaosa neden olmaktadır. Böylece,
önlenemez hâle gelen ruhsal yorgunluk ve gerilim, giderek amaçsızlığı ve anlamsızlığı
egemen kılmaktadır. Maddi doyum sağlanmakta fakat ruhsal doyumda büyük bir boşluk
yaşanmaktadır. Yok olan birincil ilişkiler yani aile, akrabalık, komşuluk... ilişkileri başka
biçimlerde oluşturulan dernekler, klüpler, kurslar gibi kurumlarla dengelenmeye çalışılırken
ikili bir yabancılaşmaya düşülmektedir. Kişisel ilişkiler ve etkileşimin sıcak ve içten
geleneksel yapıları çözülürken, yerine konmaya çalışılanlar da etkili, yönlendirici ve kalıcı
olmamaktadır. Sonuçta bireylerin büyük bir bölümü için, rol sistemleri düzeyinde bir
kopukluk söz konusu olmaktadır. Bu kopukluk, kişiliğin neredeyse şizofrenik bir biçimde
parçalanmasına yol açmaktadır.15
Bu toplumsal koşulları eleştiren ve 1960’lı yıllarda adından çok söz ettiren Herbert
Marcuse’dir.16 Marcuse özel olarak yabancılaşmanın ve genel olarak ileri derecede
sanayileşmiş kapitalist toplumun sorunlarının aşılmasında, işçi sınıfından çok toplumdaki
marjinal kesimlere ağırlık verir. Bu bağlamda özellikle öğrencilerin, etnik azınlıkların, toplum
dışı kesimlerin toplumsal değişmedeki önemini vurgular. Marcuse’ye göre, ileri derecede
sanayileşmiş kapitalist toplumlarda işçilerden bir şey beklemek mümkün değildir.
Herbert Marcuse, üzerinde durduğu kısıtlayıcı ve baskıcı toplumu şöyle anlatmaktadır: “İleri
sanayi toplumunun en sinir edici yanlarından biri akıl dışılığın akılsal özelliğidir... Bu
15 Tolan, Toplumbilimlerine Giriş, s:296-298.
16 Herbert Marcuse 1898-1979 yılları arasında yaşamış Alman felsefecidir. Frankfurt Okulu’nun temsilcilerindedir.
Amerika’da yaşamış ve ömrünün sonuna kadar aktif siyasetin içinde kalmıştır. 1960’lı yıllarda, solcu öğrencilerin fikirleri
üzerinde güçlü etkisi olmuştur. Yazıları, felsefe ve kültürel eleştiri kadar siyaset ve estetikle, özellikle modern toplumların
totaliter eğilimleri diye nitelediği boyutuyla da ilgiliydi.
18 / 22
uygarlık üretiyor; bu uygarlık konforu arttırmaya ve yaymaya yeteneklidir; gereğinden fazla
olanı gereksinme hâline getirmeye, yıkımı yapıcı kılmaya yeteneklidir... İnsanlar birbirlerini
mallarıyla tanıyorlar; ruhlarını otomobillerinde, ses aygıtlarında, iki katlı evlerinde, mutfak
eşyalarında buluyorlar.”
Marcuse’ye göre, birey ve toplum arasındaki ilişkileri düzenleyen mekanizma, toplumsal
denetim hatta bir anlamda teknolojik bir denetimdir. Bu toplumsal denetimler o kadar
benimsenmiştir ki bireyin karşı koyucu güçleri de büyük ölçüde etkilenmektedir:
Yabancılaşan kişi, yabancılaşmış olan yaşamında özümlenmiştir. Tek bir boyut vardır artık;
bu tek boyut, her yerde her biçimdedir. Marcuse’de ilerleyen teknoloji, bireysel özgürlüğün
kısıtlanmasına yol açmakta, totaliter bir toplumun ilk görüntülerini sergilemektedir.
Marx için el emeğiyle ve fiziksel gücüyle çalışan ve bu emeği sermaye sahibi tarafından
sömürülen proletarya, nicel potansiyeli ve temel toplumsal haklardan yoksun bırakılmış
olması nedeniyle, tarihsel bir görevi yerine getirmeye hazırlanan, bu nedenle de yükselen bir
sınıftır. Oysa Marcuse’ye göre hızla gelişen otomasyon nedeniyle, el emeği giderek artan
oranlarda makinayla ikame edildiği gibi, makine daha da az iş gücüne gereksinme
duymaktadır. Teknoloji içinde, zamanını büyük ölçüde otomatik tepkilerle harcayan mekanik
iş, daima bütün yaşama yayılan bir uğraş, tüketici, sersemletici, insanlık dışı bir köleliktir. Bu
ustaca köleleştirme, sekretere, banka memuruna, her zaman baskı altında olan satıcıya,
televizyon spikerine uygulanan köleleştirmeden temelde farklı değildir.17 Standartlaştırma ve
tekdüzelik, üretici meslekle üretici olmayan meslekleri benzer kılar. Toplumsal iş bölümünün
öbür insani nesneleri gibi, işçiler de teknoloji toplumuyla bütünleşmektedirler. Dolayısıyla,
Marcuse’ye göre işçi sınıfı düzenin karşıtı değildir. Teknolojik ilerlemeye rağmen, insan
üretici düzenin boyunduruğu altına girmiştir. Kitle iletişim araçlarının da yardımıyla insan
tümüyle sömürgeleşmekte, tutum ve eylemleriyle dış dünya ile ilişkilerinin bilincine
varamayan ama toplumu yönetenlerin istediği şeyleri, istediği ölçüde, istediği yer ve zamanda
tüketen bir robot doğmaktadır. Marcuse’ye göre, teknolojik düzenlemenin egemen olduğu
toplum, sistemin muhafazası ve idamesine yönelik bütün öğe ve değerlerin bütünleşmesiyle,
kapalı ve güdümlü bir toplum hâline dönüşmektedir. İşçi sınıfının da karşı çıkma ve aşma
17 Burada 1883-1924 yılları arasında yaşamış olan Çek yazar Franz Kafka’nın satıcı Gregor Samsa’nın bir böceğe
dönüşmesini konu ettiği “Değişim” adlı romanını hatırlayalım.
19 / 22
gücünü yitirmesiyle silahsız kalmış bu toplum, böylece tek boyutlu toplum olarak
nitelenmektedir.18
Çağdaş toplumdaki yabancılaşmayı ele alan bir başka isim Charles Wright Mills’dir.19 Mills
de beyaz yakalılar hakkındaki yapıtında, hizmetler sektöründe çalışan, sayıları giderek
artmasına rağmen oluşturdukları toplumsal gücün bilincinde olmayan ücretlilerin yani büro
memurları, satıcılar gibi grupların özellikle yabancılaşma koşulları üzerinde durmaktadır.
Mills' e göre beyaz yakalıları tehdit eden tehlikeler aslında XX. yüzyılın bütün insanları için
ortak bir nitelik taşıyan tehlikelerdir. Çağımızda politikada, ekonomide, aile yaşamında,
dinsel yaşamda ve yaşantımızın tüm alan ve bölümlerinde, XVIII ve XIX. yüzyılların
sarsılmaz gerçekleri ya yıkılmış ya da çözülmüştür. Buna karşılık, çağdaş yaşamı
çerçeveleyen görenekleri belirginleştiren yeni toplumsal değerler görülmemektedir. Böylece
ne isyan etme ne de ümit etmek için bir şevk ve heyecanımız kalmadı. Yaşamımız yön
gösterici bir çizgiden yoksun bulunuyor. Vahşi bir çağın yeni bir ürünü olan beyaz yakalı,
kendisini doğuran ve kendisine karşı gittikçe daha fazla yabancılaştırmak için sarf edilen kitle
uygarlığını saymazsak, kendine özgü bir kültüre de sahip değildir. Kendisini güvenlik içinde
hissetmek için bağlar aramakta ancak hiç bir topluluk, hiç bir örgüt onun bu gereksinmesine
cevap verebilmek için oluştuğu izlenimini vermemektedir. Bu yalnızlığı onu, basın, sinema,
radyo, TV gibi ucuz halk kültürünün yapay ürünleri için bulunmaz bir müşteri hâline
getirmektedir. Elinden çok arzu ettiği ve hiçbir zaman sahip olamayacağı çok şey geçmesine
rağmen, kendisi bizzat yaratmamakta ve üretmemektedir. Bütün gün ve saatlerini hep
alışageldiği aynı işle doldurmak zorunda bulunduğundan, boş zamanlarını isteyerek ona
satılan düşük nitelikli yapay eğlencelere vermekle değerlendirmektedir. İşi onu sıkmakta,
eğlenceler onu sinirlendirmekte, bu kısır döngü ise onu tüketmektedir.
Kitle toplumunda özellikle kitle haberleşme araçlarının merkezileşmesini, bunun yanı sıra
insan yaşamındaki belirleyici ve etkileyici rolünün artmasını temel etkenlerin en önemlisi
olarak değerlendiren Mills, insanlar arasındaki birincil etkileşimin yok olmasını vurgular. Bu
da sonuçta bireyleri umutsuzluğa iter. Artık orta sınıfların en geniş toplumsal tabakaları
18 Tolan, Anomi ve Yabancılaşma, s:159-161.
19 C. Wright Millls 1916-1962 arasında yaşamıştır Amerikalı sosyologdur. En önemli çalışmaları 1950’lerde yayınlanmıştır.
Bunlar, Amerikan orta sınıfına ait bir çözümleme olan White Collar (1951) ile ABD’nin birbirine kenetlenen ve sürekliliğini
sağlayan bir elitler kümesi tarafından yönetildiğini iddia ettiği İktidar Seçkinleri’dir. (1956)
20 / 22
oluşturduğu bu tür toplumlarda, askerî, ekonomik ve siyasal seçkinlerden meydana gelen
oligarşiler insanları insanlara rağmen yönlendirebilmektedir.
Günümüzün etkin iktidar kuruluşları, sırasıyla dev şirketler, erişilmesi güç devlet aygıtı ve
ordudur. Bir yandan bunların bir yandan da ailesinin, küçük ve yakın toplulukların baskısı
altında kalan birey, kendini güvenceye kavuşturacak ve kendini güçlü hissetmesini sağlayacak
kuruluşlardan yoksundur. Bu nedenle kitle toplumunda birey için gerçekten canlı, gerçekten
anlam taşıyan bir siyasal mücadele olanağı kalmamıştır. Bugün, bu nitelikte bir siyasal
hayatın yerini tepeden yönetim almış, altlarda ise bir siyaset boşluğu meydana gelmiştir.
Görüldüğü gibi Mills, siyasal yabancılaşmadan hareket eder. Bu yabancılaşmanın altında
yatan etkenler olarak genellikle sosyolojik değişkenlerin önemi üzerinde durur. Ona göre
teknoloji ve bunun gerektirdiği örgütlenme biçimleri, kapitalist toplumda insanların
kendilerini geliştirebilmelerine, bu amaçla düşünce üretip bunları realize etmelerine olanak
tanımamaktadır.20
Bu derste anomi, sapma ve yabancılaşma konularının üzerinde durmamızın nedeni, geçen
derste bireyin toplumsal kontrol mekanizmaları ile toplumsal normları benimsemesini
anlatırken fazlaca uyumlu bir tablonun ortaya çıkmış olmasıdır. Oysa “birey ve toplum”dan
söz ettiğimiz bu derslerimizde, bireyin çeşitli nedenlerle toplumsalla yaşadığı buhrandan da
bahsetmemiz gerekmektedir. Tam bir uyumun olmadığını göstermek için işte bu iki
sosyolojik kavrama başvurduk.
20 Tolan, Anomi ve Yabancılaşma, s:161-164
21 / 22
ÇALIŞMA SORULARI
1. Anomi nedir?
2. Yabancılaşma nedir? Anomiden hangi açılardan farklılaşmaktadır?
3. Yabancılaşma zaman içinde nasıl farklılaşmıştır?
22 / 22
KAYNAKÇA
ARON, Raymond (1994). Sosyolojik Düşüncenin Evreleri. Ankara: Bilgi Yayınevi.
MARSHALL, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat.
TOLAN, Barlas (1981). Çağdaş Toplumun Bunalımı Yabancılaşma ve Anomi. Ankara:
Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları.
TOLAN, Barlas (1991). Toplum Bilimlerine Giriş. Ankara: Adım Yayınları.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder